3 Ocak 2016 Pazar

35. BÖLÜM - 35/41



 

 

Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

 

Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.

 

35. Bölüm, Sonuç kısmına aittir ve Sonuç kısmı 11 bölümden oluşmaktadır. (31-41)

 

Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:

 

35. BÖLÜM - 35/41.

35-a) “Ne kadarda az şükrediyorsunuz?”.

35-b) Konu şükürden açılınca.

35-c) Zamansız ve mekansız bakış.

35-d) İlahi aşk ve ağlamak.

35-e) Yayınevi kitabı basmayı reddetti

35-f) Kitabın basılması için yol göstermesini istedim..

35-g) Kitabın yazılma hikayesini yazmaya karar verdim..

 

 

Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:

 



 

Kıl dönmesi ameliyatı olduğumda beş ay yüzüstü yattım. Yara birtürlü kapanmadı. Allah’ın sevmediği bir yatış şekli biliyorum ama mazeretim vardı.

 

Rabbimizin affına sığınıyorum. Sabır ve şükürle bu uzun yatış meyveli oldu hamdolsun. Allah,elliden fazla yazı yazmamı nasip etti.

 

Gaflet, Allah’ı unutmak demektir. İbadetten uzak, günah işlediğinin farkında olmayan insanlar için “Allah gafletten uyandırsın” diye dua ederiz.

 

Ama bence dindar insanlar da gafletteler. Ben kendimi dindar görmüyorum. Benim gibi namaza benzer bişey kıldığını zannedenler de, engelliler de gaflet uykusundalar.

 

Çünkü yeterince şükretmiyoruz. Şeytanın en büyük oyunu insanların şükretmemelerini sağlamaktır. Rabbimiz Kuran’da Şeytanın bu hilesini haber vererek bizi uyarıyor.

 


Ama yine de bu uyarıyı unutup aldanıyoruz.

 

(İblis) Dedi ki: “Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka Senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.”  (Araf Suresi, 16-17. ayetler)

 

Halbuki her an Allah’a şükür için “Elhamdülillah” demeliyiz. Nasılsın denildiğinde iyiyim hamdolsun, demeliyiz. Diyoruz demesine de, kalpten şükür hisleriyle dolmuyoruz.

 

Öyle bir gafletteyiz ki, sahip olduğumuz şeyleri düşünmüyoruz.

 

Yürümenin ne büyük bir mucize ve nimet olduğunu ve her an şükretmeniz gerektiğini, en iyi biz engelliler biliriz. Bazen bakıyorum insanların nasıl yürüdüklerine şaşırıyorum.

 

Önce bir ayağını kaldırıp öne atıyor. Ağırlık öbür ayağına biniyor. Dengeyi bozmadan böyle devam ediyor.

 

Hele bazen maçlarda saygı duruşunu izliyorum. İnsan kıpırdamadan dimdik ayakta duruyor. Acaba bir sopayı dimdik ayakta durdurmak için kaç dayanağa ihtiyaç olurdu.

 

İnsanın ağaç gibi yeraltında kökleri yok. Ey yürüyebilen insanlar her ayağa kalktığınızda şükredin.

 


Ama bu mucizeye şükretmeyi Melun Şeytan bize unutturuyor. Çünkü bir şey sürekli olunca alışıyoruz ve böylece gaflete dalıp şükretmiyoruz.

 

Hergün yediğimiz ekmeğin değerini ramazanda anlıyoruz. Aslında Rabbimizin orucu emretmesinin bir hikmeti de, nimetlerin kıymetini anlamamızdır.

 

Sahip olduğumuz nimetlerin değerini anlayıp şükretmemizin bir yolu da hastane ziyaretidir. Ben emekli olduğumdan beri, pek çok kez hastanede yattım.

 

Hastanede öyle hastalar gördüm ki halime şükrettim. Belki de bazıları da beni tekerlekli sandalyede görünce şükretmişlerdir.

 

Şikayete hakkımız yok. Bizim sahip olduklarımızı hayallerinde yaşatan nice insanlar vardır... Gözlerimin görmesine, konuşmaya ve müzik dinlemenin ŞÜKRÜNÜ NASIL YAPSAM?


Ben yürüyemediğim için üzülürken annesinin yüzünü görmeyi ve sesini duymayı hayal kuran binlerce işitme ve görme engelli genç var. 


”Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrak duygularını yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Secde suresi, 9. ayet)

 

Yani hakkıyla asla şükredemeyiz ama sık sık “Elhamdülillah” deyip şükür hisleriyle dolmalı ve “Estağfirullah” diyerek te bu eksik şükrümüze af dilemeliyiz.

 


83 yaşındaki felçli yazar Hekimoğlu İsmail amcamız bir yazısında şöyle der:


Kur'an-ı Kerim'de Allah, “...Eğer şükrederseniz, ben nimetlerimi daha da artırırım...” (İbrahim,7) buyurmuştur. 

 

Yani şükretmek aynı zamanda Allah'tan yenisini istemektir, “Allah'ım bu nimet çok güzel, yine ver.” demektir, ruh zenginliğidir. 

 

Mesela biri bizim için gitse, bir kilo meyve alıp getirse ne kadar çok seviniriz. Mutluluğumuzu ve memnuniyetimizi o şahsa belli etsek “Ne iyi düşünmüşsün, beni sevindirdin.” desek, adam da düşünür, “Arkadaşımın hoşuna gitti. Yine alayım da, yine memnun olsun.” der.

 

Allah, insana verdiği tüm nimetler karşılığında yalnızca şükür ister. İnsan verilen nimetlere karşı tam bir şükre muvaffak olamaz ve bunun yanında nankörlük ederse cezalandırılmayı hak eder.

 

Her zaman gördüm ki, İslâmî esaslardan uzaklaşanların çilesi peşin oluyor. Zaten, Rahman ve Rahim olan Allah, İslâmiyet'i göndermiştir ki, dünyamızı cennet edelim.

 

Hiç unutmam seneler önce köye yağmur yağdı, dağdan çamur aktı. O çamur evleri, bahçeleri, bağları altına aldı. Yalnız bir bahçe her şeyiyle kaldı.

 

Diğer köylerden bu bahçeyi görmeye geldiler. Gözleriyle gördüler ki bahçe ada gibi kalmış. Sordular adama, sen ne yaptın, diye.

 

Adam da “Zekâtımı verdim, asma salkımlarını elime alıp alıp öptüm, sizi bana Allah gönderdi diye, elhamdülillah dedim, daima şükrettim.” dedi.

 

İslamiyet, şükrü esas kılmıştır. Şikâyet yerine şükretmek gerekir. Çünkü şikâyet Allah'ın hakkımızda takdir ettiği hükme razı olmamak demektir, bu da kaderi tenkittir.

 

 İnsan içinde bulunduğu her hal üzere şükür içinde olursa kaderinden razı demektir.

 

Müslüman, şükr-i mutlak sırrına ermelidir; kim Allah'tan razıysa Allah da ondan razı demektir. Allah'tan razı olmak, Allah'ın hakkımızdaki hükmünden razı olmak.

 


    Müslüman'a yakışan da budur.

 

Allah şükrümüzü artırsın.

 

 


 

Kıyamette Allah kula niçin bana şükretmedin diye sordu.

 

Bunun üzerine kul; ömrümü sana şükrederek geçirdim, hep şükrettim deyince Allah;

 

"Hayır, sana uzattığım, nimet verdiğim ele hiç teşekkür etmedin. Dolayısıyla bana da şükretmemiş oldun...! dedi"  (Hz. Mevlana)

 

Kıyamette kul Allah'a, bana niçin ceza verdin, diye sordu. Bunun üzerine Allah; sana ceza vereceğim bilgisiyle niçin bana geldin, diye cevap verdi... (Hz. Muhyiddin İbn-i Arabi)

 

Ersal Özkan

 

 


 

Herkes namaza, niyaza koyulabilseydi aşıklığın hikmetine ters düşerdi diyor aşıklar..

Hz. Muhyiddin İbn-i Arabi de; "kul Allah'ın her dediğini yapabilseydi Allah da kulun her dediğini yapardı" diyor...

 

Allah duaya icabet edeceğini duyurduğuna ve O sözünden dönmeyen olduğuna göre: bütün bunlar gerçekten oluyor olmasın sakın..!

 

Sadece biz gerçekleri göremiyor olduğumuz için kendi hükümlerimizin etkisi altında, kendi ayağımızı bağlıyor olabiliriz, aman dikkat...!

 

Ölenler sesleniyorlar ama diri olduğunu sananların kulakları onların sesine mühürlü...!

 

Akıl zaman ve mekana bağlıdır, zamansız ve mekansız bakış akla bağlı gözün değil, gönül gözünün, yani özün işidir...!

 


Ersal Özkan      

 

***

 

 


 

Bu kitabı okuyanlar belki merak etmiş olabilir. İlahi aşkın Kuran meali okuyup uygulamanla başlamıştı. Sonra nasıl böyle gözü yaşlı bir Hak aşığı oldun?

 

Şimdi çok kısa olarak şöyle söyleyim. Bu süreç sabır ve şükürle geçen on yıldı.

 

Hatırlarsanız depresyondayken herşeye bir kurgu senaryo üretirdim ve geceleri uyuyamazdım. 2003 yılındaki hidayetim sonrası gözlük değiştirdim.

 

Herşeye Kuran gözlüğüyle bakmaya başladım. Yani olaylara hikmet nazarıyla baktım. Allah’ın heran benimle olduğu ve konuştuğu hüsnüzannıyla yaşadım.

 

Birisine öfkelenip bağıracakken, o an telefonuma gelen mesaj sesinin Allah’ın beni uyarması olduğunu hikmet nazarıyla bakınca anlıyorum. (Hikmet: Gizli neden)

 

Allah beni seviyor ki uyarıyordu. Çünkü “Allah öfkesini yutanları sever” buyuruyordu.

 

Evet Kuran mealini okudum ve uyguladım, gözümü haramdan korudum. Fakat iman heran yenilenme gerektiriyordu.

 

Bedenimizin hergün maddi ihtiyacı olurken ruhumuzunda hergün manevi gıdaya ihtiyacı var.

 

Kitap okumak, zikir, dua, namaz, sohbet dinlemek, güzel müzik dinlemek, vs manevi gıdalardır.

 

2005’te şirketimizin Ar-Ge kısmı Sincan’dan Bilkent’e taşınınca orda sürekli kulaklığımla radyo dinlemeye başladım. Çünkü amerikanvari üstüaçık odacıklarla dolu ortamdı.

 

Müzik dinlemekten sıkılınca kanalları gezerken Akra FM radyosundaki sohbete takıldım.

 

Rahmetli Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hocaefendinin (1938 - 2001) hadis sohbetiydi. Güzel Türkçesi ve Peygamberimiz SAV hadislerini etkileyici anlatımına hayran olmuştum.

 


Artık her sabah Radyo 7’den müzik ve öğleden sonra 15’te Akra FM’de hadis sohbeti dinledim. Ki hala dinliyorum. Ankara Akra FM 107.4 (onbir yıldır dinlerim - 2016)

 

Kitap okuyarak, sohbet dinleyerek, namaz kılarak imanım gitgide arttı elhamdülillah.

 

Efkan Vural hocamın teşvik etmesiyle ve yaşadığım bu güzel halleri çevreme de aktarmak için yazı yazmaya başladım, sonra da bu kitabı yazma fikri kalbime doğdu.

 

60 eser yazan sevgili Osman Nuri Topbaş Hocaefendi (1942 - ) der ki:

 

“İmanla yoğrularak bir rahmet dergahı haline gelen gönül, şefkatle çarpmaya başlar. İhlas ile hizmet ve fedakarlığa koşar.

 

Samimi iman ve İslam ahlakının güzelliği, bu kıvama ermiş ruhlardan taşarak etrafındaki gönülleri yeşertir, fetheder. Onların derdi, taraftar toplamak değil, Cehenem ateşinden insan kurtaraktır.

 

Nefsaniyetin şeytanın, kötülüğün, batılın kölesi olmuş, Cehennem’e sürüklenen gönülleri azad etmektir.”

 


Evet hüsnüzan yani güzel düşünce çok önemlidir. Arada namazda ağlayamadığım oluyordu. Bunun nedeni farkında olmadan günah işlediğim için olduğunu hissederdim ama bu günahın ne olabileceğini düşünür bulamazdım.

 

2016’da yıllar sonra keşfettim. Sevgili Hayat Nur Artıran Hanımefendi’nin “Aşk Bir Davaya Benzer” isimli kitabında buldum, Hz. Mevlana’nın Mesnevi’sinde geçen kıssa şöyle:

 

Bir gün Hz. Süleyman'ın başındaki taç eğrildi. Hz. Süleyman tacını tam sekiz kere düzeltti fakat taç, yine eğildi. Hz. Süleyman:

 

“Ey taç neden eğiliyorsun eğilme bir daha, dedi.”

 

Bunun üzerine taç dile gelerek:

“Ya Süleyman eğer beni yüz kere düzeltsen yine de eğilirim. Çünkü sen eğrilmedesin,” dedi.

 

Bunu duyan Hz. Süleyman hemen gönlünü yokladı kalbinden gafleti kovdu. Yani düşüncesini düzeltti. Tacı da kendiliğinden düzeldi, nasıl istiyorsa başında öylece durdu.

 

Hz. Süleyman bu sefer mahsustan tacını eğdi fakat tacı düzeldi, kaç kere eğmeye çalıştıysa da her seferinde tacı kendiliğinden hemen düzeldi.

 

Evet tacımız aşkımızdır. Vesveseye gaflete dalan insan, aşkını eğriltmiştir, göz yaşarmaz olur.

 

Çünkü içimizden geçen düşünceler suizanna dönüşebilir ve bu kul hakkına giren büyük günahtır. Hemen, Estağfirullah der, tövbe eder ve hüsnüzan ederek düşüncemi düzeltirdim ve Rabbim gözyaşı verirdi.

 




İlahi aşkta gözyaşının içinde neşe vardır. Hiç ağlamayan insanın kalbi katılaşır. Katılaşan kalp merhamet etmez. Ve Allah imanı geri alabilir veya taklidi imana çevirebilir.

 

Şeker hastasıyım ama hergün Allah bana baklava yediriyor. Ağlamak bana baklavadan lezzetli geliyor. Peki neleri düşünüp mü ağlıyorum. Hergün farklı ama birkaçını sayayım:

 

Annesiz ve babasız büyüyen annemin çocukluğuna hayalen gidiyorum. Empati yapıyorum, Yani annesine sarılan arkadaşını gördüğünde ağladığını düşünüp  ağlıyorum.

 

Oradan şunu düşünüyorum. Peygamber Efendimizde SAV annesiz ve babasız büyüdü.

 

Bazen Efendimizin 63 yıllık ömründe çektiği çile, acı, ızdırap sahnelerini hayal ediyor ve ben orda olsam nasıl dayanacaktım diye empati yapıyor ve gözlerim yaşlarla doluyor.

 

“Doğrusu güldüren de, ağlatan da Allah’tır.” (Necim Sûresi: 43)

 

Rabbim, rızasına uygun ağlamak nasip etsin inşallah.

 
 



Ağlamak;

 

Rahmandan kuluna bir armağan, bir rahmet!.

Ağlamak;

İçteki sıkıntıları dışa atmaktır. Sıkıntılardan arınmaktır!.

Bazen sevgiliye naz! Bazen sitemdir! Bazen de anlaşılamamaktır.

Bazen pişmanlığın ifadesi.

 

Ağlamak;

Kaybedilene ağıt! Hüznün doruk noktası.

Resulün kaybettiği oğluna hediyesi .

Ya Resul! Sen de mi? Dedirten inci taneleri.

Bazen Rabbe yöneliş!.

Bazen af dileme!.

Bazen acının inci inci dışa vurumu!

Adeta acının yıkanması. Toprağa karışıp yok olması.

 

Bazen sevincin gözlere yığılması, ardından göz pınarlarından süzülen taneler.

Yürekte sevinç fırtınaları koparken, gözlerin mahzunluğu!

Söylemek! Hissettiklerini ifade etmek insana uzakken, süzülen damlalarla bunları tek tek yazmak!

İçteki gök gürültüsünün adeta yağmuru davet edimi.

Yakub’un Yusuf’a özleminin ifadesi!. Net, yalın, riyasız hiçbir kelime telaffuz etmeden tüm çıplaklığıyla, duyguların ifadesi.

 

Ve ağlayabilmek;

Gece yarısı mahlukat uyurken, seccadesinde Rabbine huşuyla yönelmiş,

Alın secdede, Rabbi ile buluşmanın doruk noktasında.

Bir müminin gözlerinden süzülen damlalar! Belki de diğerlerinin kurtuluşuna mütesebbib!.

Rabbinden rahmet olarak

 



AĞLAMANIN MANEVİ FAYDALARI:

 

Sevgili Peygamberimiz: “Ölmeden önce ölünüz” diyor. Gafletten uyanmamızı ve nefsimizi  alt etmemizi istiyor. “Bir göz yaşarırsa, Allah  o gözün bulunduğu vücudu ateşe atmaz” buyuruyor.

 

Hz. Ali(ra)’nin dediği gibi, rengin sarılığı, dudakların solukluğu ve gözlerin  yaşlılığı, iyilerin ve salih kulların alâmetidir. Cenab-ı  Allah müminler için. ”Hem ağlayarak yüzleri üstü secdeye kapanırlar. Hem de Kuran-ı işitmek onların kalp yumuşaklığını arttırır” buyuruyor: (İsra Sûresi: 109 )

 

Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:

 

– “Gözlerinden Allah  korkusundan sinek başı gibi yaş çıkan hiçbir kul yoktur ki o yaşlar yüzüne aksında onun yüzüne ebediyyen ateş dokunsun” (Ramuz  el-Ehadis: 386/1 )

 

– “Bir göz yaşarırsa, Allah o gözü taşıyan bedeni ateşe haram kılar.” (Ramuz el E-hadis: 371/8)

 

Ağlamayan gözler göremez… Göz ağlamazsa. Gönül yumuşamaz …

 

Göz yaşı günahları da siler. Yunusun ifadesiyle:

 

Derviş Yunus Eydür ahî

Göz yaşı siler günahı

Hakka aşıkım  vallahî

Derdim vardır inlerim.

 

Âdem (AS) da göz yaşı ile kendini affettirmiştir. Yağmurun yer yüzünü yıkadığı gibi göz yaşıda günah kirlerini yıkar.
 
 

 


 

Evet buraya kadar yazdım. Hayatımla ilgili anlattıklarım bitti. Efkan hocam haftasonu çaya geldi. Yaptığımız sohbette kitabı yazara mail atmaya karar verdik.

 

Pazartesi Arif Mayalı’ya email ile kitabı gönderdim. Şöyle yazdım:

 

“Arif bey,

Geçtiğimiz yıl size gönderdiğim on sayfa hayat hikayemi çok beğenmiş gözyaşlarıyla okumuştunuz. Benden bu hayat hikayemi genişleterek yazmamı istemiştiniz. Sanırım dokuz ay önce yazdıklarımı göndermiş ve akıcı bulmuş, birtakım basit kurala uymamı söylemiştiniz.

 

Evet ben bu kurallara riayet ederek kitabı tamamladım. Şimdi ekte size gönderiyorum. Aylar önce size yazmıştım, basılma beklentim yok. Siz bu kitabı yayınevine incelettirin, lütfen olumsuz olsa da sonucu bildirin.”

 

Arif bey yayınevi ile görüştüğünü belirtti, bana bir email adresi verdi ve kitabı ona mail atmamı istedi. Ben de onlara kitabı gönderdim. Bir hafta sonra yayınevinden cevap geldi. Yazılanlardan açık açık yazmasalar da şunları anladım:

 

Kitabınız yayınlanmaya uygun görülmemiştir.

Tanınan, ünlü biri değilsiniz.

Ülkemizde sizin gibi sekiz milyon engelli var.

Biyografiler okunması için mutlaka etkileyici bir netice ile sonlanmalı…

 

Evet aslında beklediğim gibi oldu ve yayınevi reddetti.



Efkan hocam teselli verdi. Celȃl, köşe yazılarını blog sayfanda yayınlıyorsun ya, kitabını da internette yayınlarsın.

 

Hem artık gençler hep internetten okuyorlar. Olmaz mı Celȃl, dedi. Haklısınız hocam düşüneceğim, dedim.

 

 


 

İnternetten yayınlamak çok kişiye ulaşmak için iyi bir vesile idi fakat şunu iyi biliyordum. Gençler internetten herzaman kısa yazıları okuyorlardı.

 

Kendimden biliyorum, internetten saatlerce ekrana bakıp kitap okumuyoruz. O yüzden kağıda basılsa da gençler yatağa uzanıp keyifle okusalar diye basılabilmesi için çareler düşünmeye başladım.

 

Aklıma, yazar Ersal Özkan’a durumumu anlatan bir email yazmak geldi. Maile, kitabı  ekledim, bu kitabı nasıl yazdığımı, yayınevinin kitabı basmayı reddettiğini ve hissettiğim reddetme gerekçelerini anlattım. Kitabın basılması konusunda fikir vermesini istedim.

 

Ersal Özkan Konya’da yaşayan 17 kitabı olan bir yazardır. Hatırlarsınız yukarıda sülalemizdeki bir engelli akrabamızın hakkında yazdığı “Hayata Tutunma Sanatı” isimli bir yazısını paylaşmıştım. Ağlayarak okuduğum o yazı sonrası yazara mail atmıştım.

 


Ersal bey çok güzel bir cevap yazmıştı. Blog yazılarımı okumuş ve Facebook’tan beni eklemişti. Arada yazışarak sohbet etmiştik. Bir sorunun olursa çekinmeden söyle, elimden gelen yardımı yaparım, demişti.

 

Sonradan uydudan yerel Konya TV’lerinde sohbetlerini de dinlemiştim. Dua ve Aşk konusunu o kadar güzel anlatmıştı ki, hayran kalmıştım. Sanki içimden geçenleri bilircesine duygularıma hitap etmişti.

 

Birkaç gün sonra Ersal Özkan bey mailime cevap yazdı, şöyleydi:

 

“Sevgili Celȃl,

Gönderdiğin kitabı okuduktan sonra cevap yazmak istedim. Gecikme için özür dilerim. Öncelikle belirtmek isterim ki, hayat hikayeni gözyaşıyla okudum, çok akıcı yazmışsın, gerçekten etkilendim.

 

Fakat, naçizane 17 kitabı olan bir yazar olarak tecrübemle şunu belirtmek isterim. O yayınevinin kitabı reddetme gerekçelerinde bence haklılık payı var. Bir kitapta giriş, gelişme, sonuç bölümleri olmalıdır. Eğer fakiri dinlersen sana derim ki:

 

Celȃl, sen çok şeyler yaşamışsın ama bunları kitapta sanki karşındakine anlatır gibi anlatmışsın. Celȃl hayatını hikayeleştirerek anlat. Hikaye ve kıssalar hem etkili ve anlaşılır olması bakımından önemlidir.

 

Hz. Mevlana eşsiz eseri Mesnevi’de mesajlarını üçyüzden fazla hikaye ile vermiştir. Kur’an’da da çok kıssalar anlatılır…

 

Celȃl sana aşağıda birkaç kitap ismi yazıyorum. Onları okursan görürsün, orada yazarlar kendi hayat hikayelerini anlatmışlar ama nasıl hikaye etmişler, inşallah incelersen bir fikir edinirsin.”

 

 


 

Evet, Ersal bey bana bir yol göstermişti. Allah razı olsun. O kitapları babama aldırttım, kitapları okuyunca, okuduğunuz bu kitabın hikayesi kafamda şekillendi. 

 

Güzel bir giriş yazısıyla kitap Ereğli’de başlar. Hayatımın dönüm noktaları aldığım üç mektuptur. İlk mektup sevdiğim kızdan gelmişti. Benden ayrılmak istediğini belirtmişti.

 

Hastalığım o yıkımla hızla ilerlemişti. İkinci mektup, Kuran meali okumama vesile oldu ki, uygulayarak okumam sayesinde Allah hidayet nurumu yaktı. 

 

Kitaba üçüncü mektup ile başlarım. Bu kitabı yazmamı başlatan önemli bir dönüm noktasıdır.

 

Evet düşündüğüm bu kitabın yazılış hikayesidir. Ki şimdi okuyorsunuz.

 

Haftalarca uğraşarak bu düşündüklerimi, kitabı tekrar baştan gözgeçirerek yazdım. Ersal Özkan beye mail attım. Birşeyi itiraf ederek yardım istedim.

 

Sevgili Ersal hocam, sizin yazılarınız okuyanları ağlatıyor. Ben yazar değilim, o yetenek yok, duygu katamıyorum. Bu konuda yardımınızı rica ediyorum hocam, dedim. 

 

Ersal bey maille telefonumu aldı ve aradı. Beni çok mutlu eden o cümleyi söyledi:

 

“Celȃl’im kitabı okudum, çok güzel bir hikaye ile hayatını okuttun. Tebrik ederim. Evet, sen yemeği pişirmişsin, tek eksik yemeğin sosu…

 

İnşallah biz sana yardımcı olacağız. Yemeği sen pişirdin, biz sos dökeceğiz…Yani sana fakirin kitaplarından ve yeni yazdıklarımdan alıntılar göndereceğim. Onları ilgili uygun yerlere serpiştir.”

 

Ersal hocama sordum, Hocam bu kitabın sonu nasıl bitecek, dedim.

 

Allah bakalım nasıl bir son nasip edecek, hüsn-ü hatime için dua et, ve bakalım kitabını basmak hangi şanslı yayınevine nasip olacak, dua et, dedi. 

 

 

Şimdi kitaba Ereğli’de başlamıştık. Yine Ereğli’deki yaşadıklarım ile bitiriyorum:

 

 

 

1 yorum:

  1. Sevgili Celal Bey, kitabinizi okurken saatler nasil gecmis farkedemedim. Okurken yer yer guldum yer yer agladim, bir cok onemli konuda bilgilendim, paylasim ve deneyimlerinizden faydalandim, durustlugunuz ve samimiyetinizden oturu duygulandim. Cok guzel bir yazim tarziniz var, yurekten yazmanizin etkisi olmali. Allah sizden razi olsun bu kitabi internette yayinladiginiz icin. Yurt disinda yasadigimdan eger kitabiniz basilmis olsaydi okumam mumkun olmayacakti. Bu sekilde dunyanin her yerine ulasiyor anlamli satirlariniz. Ucretsiz okumus olduk hakkinizi helal edin. Allaha emanet olun.. Hayran bir okurunuz olarak basarili yazilarinizin devamini diler Kanada'dan saygi ve selamlarimi gonderirim..

    YanıtlaSil