3 Ocak 2016 Pazar

12. BÖLÜM - 12/41



 


Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

 

Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.

 

12. Bölüm, Giriş kısmına aittir ve Giriş kısmı 13 bölümden oluşmaktadır. (1-13)

 

Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:

 

12. BÖLÜM - 12/41.

12-a) İki yıllık üniversite kazanmam benim için hayırlısıydı

12-b) Konya’ya geldim..

12-c) Gönül’e duyduğum hasret

12-d) İstanbul yolculuğunda yaşadığım macera.

12-e) Gönül’le buluştuk.

12-f) İlk defa elele tutuştuk.

12-g) Konya’ya döndüm..

12-h) Allah iyilerle karşılaştırsın.

 

 

Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:

 
 


 

Liseyi bitirdiğim yaz, Meslek Yüksek Okulu, yani iki yıllık üniversite kazandım. Konya’da Selçuk Üniversitesi kampüsünde okuyacaktım. Bölümüm yine elektronik idi. 

 

Yukarıda anlatmıştım, Meslek liselerindeki derslerin yetersizliğinden. Babamın maddi gücü yetmediğinden dolayı dersaneye de gidemedim.

 

Aşk sarhoşluğuyla hiçbir bilgi edinmeden, kendimi üniversite sınavında bulmuştum. Sınavda soruları nasıl cevaplamam gerektiğini bile bilmiyordum.

 

Yani mesela, mühendislik için Türkçe sorularını da çözmem gerekiyor muydu, yoksa matematik yeter miydi, ya fizik ne kadar etkiliyordu, bilmiyordum.

 

Matematik zor gelmişti. Kolejde iyi derecedeydi fakat Meslek lisesinde körelmişti. Sınavda ne yapacağımı şaşırmıştım.

 

Soru kitapçığını incelerken ingilizce sorularını gördüm ve ani bir karar verdim. Gönül’ün öğretmen olma hayali aklıma geldi.

 

Ben de belki ingilizce öğretmeni olurum diye, ingilizce sorularını zorlansam da -seviyemin üstündeydi- yapmaya çalıştım.

 

Ben olamadım ama kızkardeşim ingilizce öğretmeni oldu. Soruların içinde en fazla ingillizce cevapladım. Tabi bu ikinci basamak sınavıydı. Şimdiki adı LYS sanırım.

 

O yaz sonuçlar açıklandığında, aynen kolej sınavındaki talihsizliği yaşadım. Hatırlarsınız ilkokuldan sonraki kolejler sınavında yanlış tercihle paralı okul kazanmıştım.

 

Şimdi ise çok az bir puan farkla ingilizce öğretmenliğini kaçırmıştım ve son tercihim iki yıllık bir üniversite kazanmıştım.

 

Ben o zamanlar belki üzülüyordum ama Allah kaderimi öyle güzel çizmişti ki...

 

Yani paralı okulu kazanmamı ve yarım bırakarak Meslek lisesine girmemi sağlaması, üniversite sınavında benim bir soru daha çözmemi nasip etmemesi…

 

Evet, geriye dönüp baktığımda bu benim için hayırlısıydı.

 

Eğer dört yıllık üniversite kazansaydım, bitiremezdim çünkü… Nedeni bu hastalığımın iki yıllık üniversiteyi bitirirken belirginleşmesi ve artık engelli sıfatı ile anılmamdır.

 

Üniversiteyi bitirsem  bile iş bulamazdım, tekerlekli sandalyede öğretmen hiç görmedim. Kimbilir Allah kader planımda daha neler yaşatacaktı. Okumaya devam edelim.

 

 


 

Eylül 1991

Okullar kapanınca Ereğli’ye gittiğimiz için o yaz Gönül’le Ankara’da görüşemedik. Yaz bitince üniversite açılmadan -Babam gurbette çalıştığı için- Konya’ya kendim gelip kaydımı yaptırdım.

 

Kampüsteki öğrenci yurduna da kaydoldum.

 

Babam bir bankada hesap açtırdı. Birkaç yıldır başlayan bankamatiklerden para çekebilecektim. Babam maaş alınca hesabıma para yatıracaktı.

 

Üniversite açılmadan önce hesabıma iyi bir para yatırdı. Çünkü o sıralarda yüklü bir ikramiye almıştı.

 

Maneviyat yüklü, Aşk şehri, Sevgi şehri, ulvi şehir olan Konya’mıza üniversite eğitimim için geldim. Yurtta odadaki yatağıma yerleştim.

 
 


Birkaç gün derslere devam ettim. Henüz okulda da, yurtta da kimseyle yakınlık kurmamıştım.

 

 


 

O yalnızlığımda tek sığındığım liman Gönül’dü. Yurtta sekiz kişilik yatakhane’de geceleri onu düşünmekten uyuyamazdım. Allah’a şükür iki kişilik ranzaların alt katını vermişlerdi.

 

Battaniyeye sarılıp duvara dönerdim ve hayallere dalardım. Bir gece aklıma birşey geldi. Gönül’ü görmeye İstanbul’a gidecektim.

 


Henüz havalar soğumamış ve dersler de yeni yeni başlıyordu.

 

Yurttaki jetonlu bir kulübeden Gönül’ün evini aradım ve telefonu o açsın diye dualar ediyordum.

 

Neyseki telefonu o açtı. Gönül, ben şimdi Konya’dayım, seni çok özledim ve İstanbul’a gelmeye karar verdim, dedim.

 

Canım zahmet etme dese de, seni görmem lazım, beni hayata bağlayan senin varlığın, inan bana sen olmazsan bu dünya çekilmez olur bana, dedim.

 

Ses tonundan gülümsediği belliydi. Celȃl sen de iyi ki varsın, seni çok seviyorum, burda arkadaşlara hep seni anlattım, dedi.

 

Geliyorum, gözlerini görmeliyim, lütfen bana bir buluşma yeri söyle, dedim.

 

Peki o zaman, .. semtinde deniz kenarında … çay bahçesinde sabah dokuzda, tamam mı, dedi. Dokuzdan önce orda olacağım merak etme, dedim.

 

Okuldan bir-iki km uzaklıktaki yurda geldim. Yemekhanede yemeğimi yedim. Belediye otobüsü ile Konya merkezdeki otogara gittim. Kampüs Konya’nın yirmi km dışındaydı.

 

Antiparantez yazıyorum. 2007’de kuzenimin düğünü için Ankara’dan Konya’ya gittik. Düğün kampüsteydi.

 

Konya o kadar değişmiş ki, biz 1991-93’te otobüsle şehirden çıktıktan sonra buğday tarlalarını izleyerek kampüse gidiyorduk. 2007’de gördüğüm kampüs şehirle birleşmişti.

 

 


 

Otogardan akşam dokuzda bilet aldım. Sordum, sabah yediye doğru İstanbul’a varırmışız. O semte varmak ise bir saat sürmezmiş. Epey ilginç bir gece yolculuğu yaşadım. Şöyle ki:

 

Otobüs gece iki gibi Bilecik civarında mola verdi. Bir simit aldım, yanına da çay söyledim. Çayı bitirirken karnıma bir sancı girdi.

 

Otobüsün kalkmasına on dakika vardı, tuvalete girdim.

 

Tuvaletten çıkınca şaşırıp kaldım. Otobüs mola yerinden gitmişti. Ne yapacağımı bilmez halde etrafıma bakınırken uzaktan, Celȃl! diye el sallayan birini gördüm.

 

Otobüsün muavini beni çağırıyordu. Koşturarak yanına vardım. Hadi Celȃl otobüs bizi bekliyor, koş dedi. Beraber dörtyüz metre koşarak otobüse bindik.

 

Şimdi merak ettiniz muavin seni nerden tanıyor diye. Ben, arka beşli koltuk boş olduğu için oraya geçmiştim. Birkaç saat muavinle sohbet etmiştik.

 

Otobüs mola yerinden kalkınca muavin eksik yolcu var mı diye, sayarak arkaya geliyor. Beni göremeyince tekrar öne doğru kontrol edip otobüsü durduruyor.

 

 


 

Sabah yedi gibi otobüsten indim. Soruşturdum, o semte az ilerden dolmuşlar kalkıyormuş. Hemen kalkıyor, geç kardeşim, dedi. Bindim, boş bir yere oturdum.

 

Dolmuş hareket etti, az sonra ani bir fren yaptı. Oturduğum koltukla beraber öne doğru kaydım. Koltuğun sabitlendiği kısımlar kırılmıştı. Bir saat koltukla beraber sürekli kaydım.

 

Aynı zamanda sigara dumanına sabrettim. Zira varacağımız yerde bir yıldır görmediğim sevdiğim kız beni bekliyordu.

 

Minibüsten indim. Çaybahçesini sordum bilen yoktu. Saat sekiz civarıydı, millet sabah bu semte işe geliyordu çünkü. Gönül’ün telefonda söylediği sözü hatırladım. Sahilde demişti.

 

Çevredeki esnaflardan sordum sahile nasıl gidilir, diye. Yarım saat yürüyerek çaybahçesine geldim. Oturdum, bir çay ve tost söyledim.

 

Hem kahvaltı yapmamıştım, hem buluşma saatine daha çok vardı.

 

Yedikten sonra çaybahçesinin önündeki parka çıktım. Gelenlere bakmaya başladım. Az ilerde okul forması ile geliyordu. Heyecanlandım.

 

Yürüyüşüne dikkat ettim. Sanki ipin üzerinde yürür gibi çok düzgün yürüyordu.

 

Buluşma anı film gibiydi. Eni üç-dört metrelik bir dere vardı. İlerden denizle birleşiyordu. O derenin üzerine kubbe gibi minik bir köprü yapmışlar.

 

Ben onu görünce köprünün üzerinde durdum. Yürüyüşüme dikkat ederdi çünkü. Köprü üzerinde buluştuk.

 


Elimi uzattım, hoşgeldin Gönül, dedim. Elimi sıktı ve yanağıma bir öpücük kondurdu. Esas sen İstanbul’a hoşgeldin Celȃl, dedi. İçim sevinçten kıpır kıpırdı. İkimizin de yüzü gülüyordu.

 

Dalgaların duvarına vurduğu Çay bahçesine deniz kenarında bir masaya oturduk, çay söyledik. Yaz daha bitmemiş, güzel bir hava vardı. Çayımızı içerken O hayran hayran bana bakıyordu.

 

Ben ise, gözlerim onun gözlerine değdiği an sanki elektrik çarpmış gibi bakışımın yönünü çeviriyordum. Fakat az sonra tekrar bakıyordum. O  yeşil gözlere bakmaya doyamıyordum.

 

Bugün okulu astın Gönül, inşallah önemli dersin yoktur, dedim. Gülümseyerek, senden önemli değil canım, dedi. Zaten okul yeni açıldı, dersler daha tam başlamadı.

 

Gülümsedim ve Gönül sensiz geçen bir sene bana azap verdi. Nereye baksam, istasyonda her trenden sen çıkacaksın sanıyordum,. Radyoda çıkan aşk şarkılarını ezberledim, dedim.

 

Celȃl ben buraya zor alıştım. Fatma teyzegildeki, trendeki sohbetlerimiz, tatlı anılar hep aklımda… , Hatta son gün sen bana bakacam diye, nerdeyse direğe çarpıyordun, ona hala gülüyorum, dedi. 

 

İstanbul, bence dünyanın en güzel şehriydi. Çünkü içinde O vardı. Çay bahçesinde karşılıklı oturup çay içerken bile, içimde tarifsiz bir hasret vardı.

 

Gönül, sana bakınca içime huzur doluyor. Sırf senin yüzünü görmek için buralara kadar geldim. Ben de henüz Konya’ya alışamadım, hatta hiç gezemedim.

 

Ama Konya’da bambaşka bir atmosfer var. Burada güzel günler yaşayacağım, hissediyorum, dedim. Celȃl o kadar saf kalbin var ki, inşallah iyi arkadaşlar edinirsin, dedi.

 

Dedem, her insan arkadaşlık yapamaz, gerçek arkadaş senin için gerektiğinde fedakarlık yapmalıdır. Öyle olmayan arkadaştan uzak dur oğlum, derdi.

 

İnşallah ben de dedem gibi hep iyilerle arkadaş olurum Gönül, dedim.

 

 


 

Celȃl canım, bu arada başın sağolsun, mektubunda yazmıştın, dedeni kaybettin, dedi. Gözlerim doldu. Sağol Gönül, onu çok özlüyorum. Allah rahmet eylesin, dedim.

 

Üzülme sevgilim, inşallah cennette görüşürsünüz, dedi ve elimi tuttu. İlk defa elimi tutuyordu. O anki hislerimi anlatamam, içimi öyle sevinç kapladı ki uçuyorum sandım.

 

Dalga sesleri, martı seslerine karışmıştı. Elele dakikalarca öylece birbirimize baktık. Gözlerimizle seni seviyorum diye konuştuk adeta.

 

***

 

Sevgilinin sevişi çok hoştur; an olur okşayarak, an olur tokatlayarak sever.

 

Kim nasıl istedi ise öyle sever, ne bir fazla, ne bir eksik...

 

Kim nerden geliyorsa sevgili ona oradan iner; zulmet gösterene cehennem olarak, şefkat gösterene cennet olarak...!

 

"Merhamet edene merhamet edilir" ve "rahmetim her şeyi kuşattı" diye boşuna söylenmedi ya...!

 

Merhamet ortada; onunla muhabbetin yolu onu akıtan çeşme gibi olabilmek, kısan-kapatan değil..!

 

Allah cömert, merhameti bol, insan ise cimri... İnsan rahmeti kendisine hizmet etmeyenden, dediği gibi olmayandan esirgiyor...!

 

Allah kulunu esirgeyen, gözeten..! Kul ise kuldan merhameti esirgeyen, "iki elini boynuna dolamış"..!

 

Aynadaki görüntü bakanın görüntüsüdür, somurtan somurtkanlık görür, tebessüm eden de tebessüm...

 

Bu ayna için aynasıdır, dışın değil...!

 

Dıştaki sahte tebessüm ve dildeki razılık değil, içte ne varsa aynaya o yansır..!

 

İçi şikayet dolu olan karşısında şikayet edecek şeyler bulur, teşekkür dolu olan da teşekkür...!

 

Testide ne varsa dışına o sızar der Hz. Mevlana...

 

Testinin içi bakış sahibinin kendisi, dışa sızdı denilen de evrenden kendisine gelen...!

 

Evrende gördüğümüz, duyduğumuz, yaşadığımız herşey bizim halimizin bize yansıması...!

 

Hz. Mevlana; "sen evrene nasıl bakarsan evren de sana öyle bakar" diye niçin söylemiş olabilir..?

 

Sabrı idrak etmeden "sabrımı artır" diyenin önüne bir bakarsın sabrettirecek şeyleri, dolduruverir..!

 

Şikayet ehlinin önüne de şikayet edecek şeyleri...!

 

Ersal Özkan






Yazar Ersal Özkan

***

 

Parkı dolaşırken bir ses duydum. Fotoğraf çektirmek ister misiniz?

 

Gönül’le gözgöze geldik. Benden cevap vermem istiyordu. Abi çektirelim tamam, dedim.

 

1991’de henüz dijital fotoğraf makineleri yoktu. 2000’lerde hayatımıza girdi. Elele deniz manzarasında poz verdik. Parasını ödedim, iki adet olacak diye hatırlattım.

 

Adam dükkanının adresinin olduğu kartviziti uzattı.

 

Sanırım bir ay sonra, o resmi Gönül mektupla göndermişti.

 

Sonra bir lokantaya ve tekrar çaybahçesine gittik.

 

Okulunun çıkış saatinde ayrıldık. O evine gitti, ben otogara.

 

 


 

Otobüsle hayaller kurarak sabah Konya’ya geldim. Yurda gidip yattım.

 

Akşam yemekhaneden odama döndüğümde odadaki arkadaşlardan birisi saz çalıyordu. Neşet Ertaş’ın Gönül Dağı isimli türküsünü söylüyordu.

 

Etkileyici müthiş sözleriyle bu türküyü ilkkez duyuyordum. Gönül sözü de geçince sazın tellerine bakarak dalmışım.

 

Adeta dünü tekrar yaşadım. Yaşadıklarım film şeridi gibi geçti.

 

 


 

Bu ilk haftasonunda odadakiler kaynaşmıştı. Saz çalan arkadaşın sesi pekçok sanatçıdan güzeldi. Birkaç türkü daha çaldı.

 

Odadaki diğer arkadaşlar kantine, yemekhaneye falan dağıldılar.

 

Merhaba gardaş, Ben Ahmet, Adana’lıyım, dedi. Merhaba ben Celȃl, Konya – Ereğli’liyim ama Ankara’da oturuyoruz. Çok güzel saz çalıyorsun, kursa mı gittiniz, dedim.

 

Yok kendim öğrendim, dedi. Hangi bölümde okuyorsun, dedim. İşletme, birinci sınıftayım, dedi.

 

Sonra saz sesini duyan yan odadan biri geldi. Samimi muhabbetiyle içim kaynadı ona. Egenin tatlı şivesiyle güleryüzüyle hepimizi kendine hayran bıraktı. Evet Erkan arkadaşımdı o…

 

Pazartesi sabah yurttan okula gittim. Yaklaşık 1300 metre, yürüyerek yirmi-yirmibeş dakika idi. Yukarıda geçmişti.

 

Ben koleje giderken de, lisede de, üniversitede de uzun yürüyüşlerle okula giderdim. Ağır çantamla ve dengemi korumak için kendimi sıkmaktan epey yorulurdum, diye…

 

Aslında şimdi anlıyorum ki, Allah kader planında benim tekerlekli sandalyeye düşmemi geciktirmişti. Çünkü spor yapmış oldum.

 

Benim gibi çocukluktan bu hastalığa tutulanlar ortalama onsekizinde sandalyeye düşüyorlar. Ben ise yirmibeş’imde düştüm ki, okulu bitirmiş, dört yıldır çalışıyordum.

 

Eğer çalışırken yaşadığım stresler de olmasaydı, belki beş-altı sene sonra da düşebilirdim, herneyse... 

 

Sınıfımızda masum, temiz yüzlü biri vardı. Hani bazı insanlar sizi kendine çeker ya, tenefüste yanına gittim. Derin derin sigara içiyordu. Bir derdi olmalıydı. Mahsun ve garip bir hali vardı.

 

Merhaba ben Celȃl, tanışalım, dedim ve elimi uzattım. Merhaba ben Metin, dedi.  Evet onunla aynı sınıfta ve aynı yurttaydık. Çok iyi dost olduk ve iki sene hiç ayrılmadık.

 

Konya’da Kampüsteki Alaeddin öğrenci yurdunda iki yıl kaldım. Orada üç arkadaşla samimi oldum. Biz ayrılmaz dört kişiydik. Ahmet, Celȃl, Erkan, Metin...

 

Annemin ve dedemin hep duası vardı; Evlatlarım, Allah sizi hep iyilerle karşılaştırsın.  Evet o dua kabul olmuştu. Hepsi candan, fedakar arkadaşlardı.

 

İlerde anlatacağım ortaya çıkan hastalığım nedeniyle ve de şimdiki gibi sosyal medyanın olmayışı sebebiyle yıllarca görüşemedik. Hepsi evlendi ve değişik illerde çalışıyorlar.

 

Hala telefonla birbirimizle görüşüyoruz.

 

Akşamları okuldan yurda dönünce hep birlikte zaman geçirirdik. Çok güzel anılarımız var. Anlatsam bu kitap yetmez. Birkaç anıyı paylaşmak istiyorum.

 

Çarşıdan dört adet kasket şapka almıştık. Yurtta, üçbin kişilik yemekhanede hemen farkediliyorduk. Her şeyimizi paylaşırdık. Bir defasında hepimizde para bitti.

 


O Cuma babamı aradım. Parayı ancak pazartesi havale edebilirdi.

 

O haftasonunu iki simit alıp dörde bölerek geçirmiştik. O simidin tadı hala damağımdadır.

 

Hayatımın en güzel yıllarıydı.

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder