3 Ocak 2016 Pazar

15. BÖLÜM - 15/41



  

Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

 

Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.

 

15. Bölüm, Gelişme kısmına aittir ve Gelişme kısmı 17 bölümden oluşmaktadır. (14-30)

 

Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:

 

15. BÖLÜM - 15/41.

15-a) İngilizce öğrenmem boşa değilmiş.

15-b) Gençliğim Karel’de geçti

15-c) Babamı dinlemedim..

15-d) Gülümseten bir anım..

15-e) Hastalığımı ilerleten stres.

15-f) Bunalımım iki yıl önce şöyle başlamıştı:

15-g) Asıl neden.

15-h) İstifam kabul edilmedi

 

 

Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:

  


 

SSK Hastanesi’nden çıktığımda verilen rapor ile babama: “Bu çocuk hiç bir iş yapamaz, bakmakla yükümlüsün.” demişlerdi.

 

Babam bunu kabullenemedi. Çünkü üniversite bitirmiştim.

 

İş ve işçi Bulma Kurumu’na başvurduk. Onlar bizi özürlülük raporu almak için bir devlet hastanesine gönderdiler.

 

Bu hastaneden %40 özürlüdür ve getir götür işlerde çalışabilir diye rapor verdiler.

 

Çünkü mesleğimi dikkate almamışlardı. Ama biz İş ve İşçi Bulma Kurumu’na sadece devlet kuruluşlarında çalışır diye kaydettirdik.

 

Birkaç hafta sonra babam beni moral olsun diye Kızılay’a götürdü. Babamın kolunda yürürken İş ve işçi Bulma Kurumu’nun önünden geçiyorduk.

 

Babam bana: “İstersen gel, özel şirketlerde de çalışabilirim diye değiştirtelim.” dedi. İçeri girdik. Özel şirketlerde de çalışabiliriz diye kaydımızı değiştirtmek istediğimizi söyledik.

 

Yetkili bize dedi ki “Senin bir mesleğin var mı?” Bende “Elektronik teknikeriyim.” dedim.

 

“Tamam” dedi. “Karel diye bir firma var, biz oraya 5-6 özürlü işçi gönderdik, birkaç hafta içinde beğenmeyip çıkardılar. Bir de siz gider misiniz?” dediler.

 

Verilen adres Çankaya’ydı. Biz ise Sincan’da oturuyorduk. 1989 yılında “Çocuklar büyüyor” diye gecekondudan Sincan’a apartman dairesine yine kiraya taşınmıştık. 

 

Çankaya ile arada kırk km vardı. Neyse babamın kolunda otobüsle gittik Çankaya Karel'e... Orada bir yetkili beni beğendi ve dedi ki “Burası genel müdürlük, fabrika ve arge Sincan'da... Yarın Sincan’daki fabrikaya gidin görüşün.”

 

Kafamda birsürü soru vardı. Ben artık engelliydim. Zaten oraya engelli kadrosuyla girecektim.

 

Aklımda beğenilmeyen özürlü işçiler vardı. Ya beni de beğenmezseler, ya birkaç hafta içinde beni de çıkartırlarsa diye endişe duyuyordum.

 

Henüz engelli sıfatı ile anılmaya da alışamamıştım. Değişik duygularla Sincan Karel'e gittik.

 

Fabrika müdürüyle görüştük. Önce bir elektronik bilgisi testi, sonra hastalığım hakkında konuşmalar...

 

Görüşme sonunda babam : “Benim oğlum Yükseliş Kolejinde okudu, ingilizcesi de iyidir” dedi. ”Öyle mi?” deyip beni patronla görüştüreceğini söyledi.

 

Benim, patron denince yaşlı, göbekli, kibirli biri gözümde canlandı.

 

İçeri girince, otuzlu yaşlarda, zayıf, uzun boylu, gri pantolon ve mavi gömlekli, talebe gibi sade giyimli birini görünce şaşırdım.

 

Müdür bey, Yaman Tunaoğlu bey deyip tanıştırdı. Elimi sıkıp oturttu. İngilizce ve elektronik bilgimi test etti.

 

Çünkü sonradan öğrendim. Boğaziçi mezunu ve ABD’de masterını yapmış bir elektronik mühendisiymiş.

 

Bana teknik bir ingilizce kitaptan bir sayfa okutup, tercüme etmemi istedi. Ettim ve sonuçta beni beğendiler, ki yarın sabah gel başla, dediler.

 

Araştırma-geliştirme (Ar-ge) bölümünde bir mühendis işten ayrılmış ve öyle sanıyorum ki benim o işi yapacağımı kanaat etmiş. Ar-ge’de çalışmaya başladım.

 


Allah ondan razı olsun. Aslında iki yıllık üniversite bitirmeme rağmen bu işi öğrenip tecrübe kazanmam iki yıl sürdü.

 

Sonradan anladım ki Allah beni seviyordu. Benim kaderimi böyle yazmıştı. İngilizce öğrenmem boşa değildi. Dünyada Allah'ın yaptığı hiç bir iş malayani değildir.

 

Hem masabaşı güzel bir iş yapıyordum, hem de işyeri evime yedi km idi. Allah’a binlerce hamdolsun.

 

 


 

1994 yılında Karel’de çalışmaya başladım. İlk yıllar sarhoş gibi de olsa yürüyebiliyor ve işe kendim gidip gelebiliyordum. Servis evimize biraz uzakta duruyordu.

 

Yaklaşık üçyüz metre yere bakarak sallanarakta olsa eve yürüyebiliyordum. Kafamı kaldırıp başka yöne baktığımda dengemi kaybedip düştüğüm çok oldu.

 

Babam yine Türkiye’mizin çeşitli illerinde sondaj çalışmalarına devam ediyordu. Yine ayda 3-4 gün eve gelebiliyordu.

 

İşimi çok sevmiştim. Hatta bazen bilgisayara öyle dalıyordum ki hasta olduğumu unutuyordum.

 


İşyerinde öğle molalarında duvardan ve merdiven korkuluğundan tutarak yemekhaneye inerdim. Bir gün merdiven korkuluğuna tutunup inerken karşıdan biri geldi.

 

Ben gayri ihtiyari korkuluğu bırakarak yol verdim. Ama dengemi kaybettim. Merdivenden yuvarlandım. Herkes koşarak başıma toplandı. Korkmayın bişey olmadı.

 

Başıma toplanan arkadaşları espri yaparak rahatlattım: “ Dikkat etmeseydim az daha düşecektim. :) ” Bunu söylerken yerdeydim.

 

Karel’de çalışmaya başladığımda yirmi yaşındaydım. Zaten delikanlılığım hayallerle geçmiş, şimdi ise çalışma hayatına girmiştim. Dini bilgim yok gibiydi, nefis ve şeytanı tanımıyordum.

 

Mahallemizde oturan bazı arkadaşlarım işe arabayla gelip gidiyorlardı. Babam ben de hastalanınca lazım diye ikinci el Serçe (Eski Murat 124’e benzer – Sonradan Murat 124’ün kuş serisi çıkmıştı: Serçe, Doğan, Şahin, Kartal) marka bir araba almıştı.

 

Hayatımızda ilk defa arabamız oluyordu.

 

O zamanlar sarhoş gibi yürüyebiliyordum. Babam, erkek kardeşimle bana boş bir tarla da araba sürmeyi öğretmişti. Oturduğum yerde ayaklarımı kullanabiliyordum.

 

Gerçi gözümü kapattığımda dengemi kaybettiğim gibi, ayaklarımı görmeden hangi pedala bastığımı bilemiyordum.

 

Frene veya debriyaja basarken o saniye ayağıma bakıyordum. Ama babam bilmiyordu.

 

 


 

Araba kullanmak çok hoşuma gitmişti. Babamdan rica ettim. Birkaç hafta işe arabayla kendim gidip gelmeme izin vermişti.

 

Güya arkadaşlarıma bakın bende araba kullanıyorum, bana özürlü demeyin mesajı veriyordum.

 

Nefsimin kendini küçük görmek istememesi işte…  Bazen işten gelince arabanın içinde oturur, radyo dinlerdim. Gönül’le beraber gezdiğimizi hayal ederdim.

 

Birgün işten arabayla eve geldim. Park ediyordum. Arabayı duvara çarptım. Fren yerine debriyaja basmışım. Tampon biraz eğildi. Babamdan epey azar işittim.

 

Sana bir daha araba yok, dedi. Allah korusun ya birine çarpsan, dedi. Haklıydı ama araba bana özgürlük veriyordu.

 

Bazen işten gelince arabayla mahallede geziyor, istediğim yere gidiyordum.

 
Karel 1997



Bir hafta sonra babam, bir günlüğüne şehir dışına göreve gitti. O sabah anneme dil döktüm, arabanın anahtarını istedim.

 

Baban çok sıkı tenbih etti, olmaz dese de onbeş dakika ısrarlı istememe kayıtsız kalamadı. Babam gelmeden ben gelmiş olurum, diye yalvardım. Gönülsüz, korkarak anahtarı verdi.

 

Dikkatli kullanarak yavaş yavaş işe gidiyordum. İşyerine bir kilometre kala sokağın birinden yola bir araba çıktı. Önümde gidiyordu, onu takip ediyordum. Sonra hızlandı, göremedim.

 

Fabrikamızın sokağına girdiğimde gördüm. Fabrikamızın karşısındaki fabrikadan geri geri geliyordu. Beni görmüştür diye çalmadım, elim kornaya gitti, geldi.

 

İşyerimizin kapısına beş metre kala arabaya çarptı. Arabamızın sağ arka kapısını çökertti.

 

Hemen arabalarından indiler, suçu bana atıyorlardı. Adam densizce bağırmaya başladı.

 

Ben şoktaydım, babama ne diyecem, arabayı kim, nasıl kaldıracak burdan, polis gelse ehliyetim yok, diye kalbim küt küt atıyordu.

 

Arabadan insem heyecandan dengemi kuramaz ve binaya kadar nasıl yürüyecektim. Benim için çok zor bir durumdu.

 

Hemen fabrika güvenlikçisi ve idare amiri geldi. İdare amiri, gel Celȃl dedi ve koluma girdi, işyerine yürüdük.

 

Şimdi burada trajikomik birşey oldu. Ben arabadan indim. Birkaç metre yürüdükten sonra idare amiri koluma girdi.

 

Fakat o birkaç metre epey sallanarak dengesiz yürümüştüm. Bu hali gören arabaya çarpan yüzsüz adamın sesini duydum: Adama bakın, sarhoş yav, sabah sabah içmiş.

 

Şimdi iman gözlüğüyle bu olaya baktığımda şunu anlıyorum.

 

O kaza anne-baba sözünü dinlemediğim için cezaydı. Allah bana merhamet etmiş yine de, yaralanabilirdim veya o kaza başka yerde de olabilirdi.

 

Babam çok kızmış ve akşam evde epey tokatlamıştı. Gece iki miydi, üç müydü, hala ağlıyordum.

 

Hayatımda ilk ve son kez bir isyan cümlesi söyledim: Hıçkıra hıçkıra ağlayarak, Allah’ım neden böyleyim, bende sağlıklı olsam araba kullansam, ben de herkes gibi dengeli yürüsem, dedim.

 

Aniden sırtımdan, belimden sanki kıl çekilmiş gibi acıyla irkildim ve ağlamam durdu. Artık istesem de, kendimi zorlasam da ağlayamıyordum. Sonra uyumuşum.

 

Bu olaydan üç ay sonra tekerlekli sandalyeye düştüm.

 

Hayatımda bir daha asla Allah’a böyle sitem etmedim. Babam arabayı yaptırınca hemen sattı. 

 

 


 

Yukarıdaki bu trajikomik hadise gülümseten bir anımı hatırlattı:

 

Her sene yılbaşından bir hafta önce bir otelde, hem yeni yılı, hem de şirketin kuruluş yıldönümünü kutlamak amacıyla eğlence düzenlenirdi.

 

Yemekler, meşrubatlar ve isteyene içki servisi de yapılıyordu. Sanırım aralık 1997 idi. Yine böyle bir eğlenceye katıldık. Gecenin sonunda otelden çıkıyorduk.

 

Hastalığımı ilerlettiği için içki bana yasak, ben içki içmem ama iki arkadaşımın kolunda yürüyüp otelden çıkarken, otelin resepsiyon görevlilerinin aralarındaki şu konuşmasını duydum:

 

" - Yav adama bak amma içmiş. İki kişinin kolunda gidiyor. "

 


 


 

Çalışma hayatı çok stresliydi. Dertleşeceğim hiç arkadaşım yoktu. İş konusundaki stresler, hastalığın verdiği psikolojik bunalımlar ve yalnızlık...

 

Sonunda öyle bir hale geldim ki, yürüyemez oldum, hastalığım çok ilerledi.

 

1998 yazında tekerlekli sandalye kullanmaya mecbur kaldım. Bilseniz nasıl zordu kabullenmek ilk yıllar... Sanki daha mı kötü olacaktı, zaten dört yıldır engelliydim.

 

Önceden engellileri görürdüm fakat görmezden gelir geçerdim. Onlara acıdığım için, şimdi ben de o acınacak zavallı! lardan olmak istemiyordum.

 

Tekerlekli sandalyeye mecburen oturuyordum. Çünkü ancak birşeyden, masadan, duvardan destekle ayakta durabiliyordum.

 

Beş on dakika ayakta durunca yorulup hemen sandalyeye oturuyordum.

 

Babam ve annemi hiç bilmiyorum. Belki akşamları yalnız kalınca kimbilir nasıl dertleşmişlerdi. Babam o zamanlar annemin her gece yatağa oturup ağladığını anlattı. (Babannem gibi)

 

Bir gece babam anneme demiş ki:

 

“Nuriye, Ona bu hastalığı Allah verdi. Bizim sabrımızı deniyor. Yeter artık ağlama. Allah terazinin bir kefesine oğlumuzun hastalığını koydu. Diğer kefesine bizim sabrımızı koyacak.

 

Daha fazla ağlarsan terazinin kefesini ağırlaştırabilir. Bizim iki çocuğumuz daha var. Allah bana bu imtihanı verdiyse mutlaka ben bunu başaracağım.

 

Allah’a söz verdim. Artık ağlamayı bırakıp oğlumuzu rahat yaşatma çareleri üretmeliyiz.”  

 


 


 

Ben mühendislerle birlikte Ar-Ge bölümünde çalışıyordum. Ben elektronik baskılı devre kartları tasarlıyordum. Mühendisler hesaplayıp elektronik devre şemaları çiziyorlardı.

 

Bütün mühendisler şema çizip hazırlıyorlardı. Bu şemaların kartını birtek ben tasarlıyordum. Bir ürün kartı olmadan üretime giremezdi. Belki onbeş-yirmi çeşit ürün vardı o zamanlar.

 

Fakat teknolojiyi sürekli takip ediyor ve kartları ona göre sürekli değiştiriyordum. Bazen de, üretimdeki işçilerin kartları rahat dizip lehimlemesi için düzenleyip değiştiriyordum.

 

Üretim binasına bizim Ar-Ge binasından tüp geçit vardı. 1996’da bir gün, üretimdeki sorumlu teknisyen arkadaş bir ürünün üretimindeki zorluklardan bahsetti.

 

Gel karttaki sorunu yerinde gör, ona göre kartı bilgisayarda yeniden çiz, dedi. Bizim kattaki o geçitten üretime girdim.

 

Tabi ara ara duvarlardan destek alarak ve yine ara ara gerektikçe dengemi kaybetmemek için, üretimdeki onlarca masaya elimi değerek ilgili bölüme geldim. 

 

Üretimdekilerin çoğuyla tanışıyordum. Öğle tatilinde fabrika bahçesinde muhabbet ederdik. Zaten 1996-97 gibi fabrikada mühendis-teknisyen toplam sanırım yüzelli-ikiyüz kişiydik.

 

Ben karttaki sorunları aklıma not aldım. Çok zor yazı yazıyorum çünkü... Sonra arkadaşlarla güzel bir muhabbet başladı. Bir saat nasıl geçti anlamadan öğle paydosu zili çaldı.

 

Üretimdeki bütün teknisyenler, zil sesiyle hepsi birden merdivene hücum ettiler ve yemekhaneye indiler. Koskoca üretimde ben tekbaşıma kalakaldım.

 

Oturduğum yerle tüp geçit kapısı arasını yürümeyi gözüm kesmedi. Dengemi kaybetmeyim derken masaların üzerindeki elektronik malzemelere çarpıp devirebilirdim çünkü.

 

Birkaç dakika öylece bir arkadaş gelsin koluma girsin diye bekledim.

 

Tam o anda üretim başteknisyeni bey merdivenden çıktı. Çıt çıkmayan üretime göz gezdirdi. Beni farketti ve yan yan tuhaf tuhaf bakmaya başladı.

 

Nedenini o an anlayamadım ama o bakışın manasını sonra çok düşündüm ve işte o bakış ile depresyona girdim.

 

Ben sürekli bilgisayar ekranı başında oturuyordum. Sadece gün boyu iki kez duvardan destekle sallanarak tuvalete gidip geliyordum.

 

Benle beraber altı kişi bir laboratuvarda çalışıyorduk. Ortam sessiz ve herkes işiyle meşguldu. Ne zaman birisi odaya girse bakınsa, bana bakıyor zannederdim.

 

Bu iş zamanla öyle gelişti ki, artık sokakta veya evde her bakıştan rahatsız oluyordum. Sanki bütün dünya birlik olmuştu.

 

Televizyonda bile herkes sanki bana bakıyormuş hissine kapıldım.

 

Ne zaman rahata eriyordum?

 

Geceleri yatağıma uzanınca aşık olduğum kızın cemalini düşünüyordum. Ah sevgilim yanımda olsan başımı omzuna koyup ağlasam diye hayallere dalardım.

 

 


 

Aslında benim bu bunalıma girme nedenim, hastalığın verdiği engelli psikolojisiydi. Sarhoş gibi yürüyerek işe gidip gelirken, evlerin balkonlarından herkes bana bakıyor sanırdım.

 

Dengemi kaybetmeyeyim diye kafam yerde hızlıca eve giderdim. İşte bunalımım işyerindeki o bakışla başladı, ama sonra  böyle hızla arttı denebilir.

 

Çünkü işyerinde ve sokaktaki tuhaf bakışlardan rahatsız oldum ve bir nevi üzerime alındım. Artık işyerinde odaya kim girse bunalımım arttı.

 


Özellikle o başteknisyen odamıza girip bana baksa gece uyumuyor, o bakıştan türlü manalar kurguluyordum. Orası bir işyeri. Herkes işinin gereği bir çok yere girer ve çıkar.

 

O zamanlar sağlıklı düşünemiyordum. Hem bedeni dengem, hem de ruhi dengem bozulmuştu. 

 

Benim iç dünyam şöyleydi: Benden memnun değiller. Tazminat vermemek için işten atmıyorlar. İstifa etmemi ve işten ayrılmamı istiyorlar.

 

Ama istifa etsem durumum nolacak. Babama ne diyeceğim. Ömrümün sonuna kadar hem bedeni, hem de mali başkasına muhtaç yaşayacağım. Tam bir çıkmazdaydım.

 

 


 

Böylece kendimce çıkmaza girdim. Çünkü mesela bakışlardan rahatsız olduğumda odadan dışarı çıkamıyordum. Yani mecburen o ortamdaydım.

 

Dışarı çıkıp bir temiz hava alamıyordum. Boğuluyordum... Kelimelerle anlatmak zor o anki ruh halimi…

 

Nisan 1998’te istifa dilekçesi yazdım. Müdürüme verdim ama çok şaşırdı. “Celȃl noldu gel otur konuşalım.” dedi.

 

Ben: “Artık dayanamıyorum, bitsin yeter bu işkence, nolur hastalıgım ilerledi.” dedim. Ve yaşadıklarımı anlatırken gözyaşlarıma engel olamadım. Yağmur gibi iniverdi.

 

Müdür bey durumdan sanırım patronumuzu da haberdar etmiş. Beni bir özel psikoloğa göndermeye karar vermişler. Müdür bey önce babamı çağırıp konuşmuş.

 

Babama “Celȃl istifa etti. Biz konuştuk sorununu anladık, bir de siz konuşun. Tedavisi için yapacağınız masrafları bize fatura edin” demiş.

 

“Şu an Ar-ge’de elli mühendis Celȃl’e kart tasarımı için bekliyor. Rica ediyoruz, ne gerekiyorsa yapalım” demiş.

 

Babam bana dedi ki, “Oğlum haklıymışsın, yaptığın iş çok önemliymiş, kilit elemanmışsın.” Evet o zamanlar böyle bunalım yaşamama rağmen işime çok bağlıydım.

 


Çalışmaktan bazen çayımı içmeyi unuturdum. Bazen haftasonu mesai yapardım. Hatta geceleri rüyamda kart çizerdim. Bazen gündüz kartta uğraştığım sorunun çözümü gece aklıma gelirdi.

 

Bu bunalımda beni iki şey rahatlatıyordu. Bilgisayarda kart tasarımı yapmak ve müzik dinleyerek Gönül’le sağlıklı olup arabayla gezdiğimizle ilgili hayaller kurmak…   

 

Şirketin gönderdiği klinikteki psikolog beni dinleyerek muayene etti. Yukarıda anlattıklarımı ona da anlattım. Bir müddet dinlenmemi söyledi. Ve bir takım psikolojik ilaçlar vererek eve yolladı.

 

1993’ten sonra SSK hastanelerine karşı içimde garip burkuntu olmuştu. Hatırlarsınız doktor hanım hayallerimi yıkmıştı.

 

Nedense özel hastane doktoruna güvenmiştim ama etkili sert, ağır ilaçlar vermiş.

 

İlaçlar beni uyuşturdu. Elim kolum tutmaz oldu. İki gün uyudum ve hastalığımın ilerlediğini hissettim. Babamla münakaşa ederek ilaçları içmeyi bıraktım.

 

Babam korktu ve emekli amirinin vesilesiyle Hacettepe Üniversitesinden randevu almış. Arabamız olmadığı için bir arkadaşından araba aldı. Fakat yolda araba arıza yaptı.

 

Babam anladığı için bir saat uğraştı ve çalıştırmayı başardı. Randevuya yetiştik. Bir hafta sonra babam, bize araba şart diye Doğan marka bir araba almıştı. 

 

Oradaki Psikiyastrist Doçent Doktor beni dinleyerek muayene etti.

 

Aynı zamanda babamın kolunda yürüdüğümü görerek hastalığımı sordu. Önceki doktorun verdiği ilaçların hastalığımı etkilediğini söyledim.

 

Daha sonra bu Friedreich Ataksisi (FA) hastalığımı bilen nöroloji uzmanı doktoru çağırdı. İkisi beraber müzakere ederek bir ilaca karar verdiler.




 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder