3 Ocak 2016 Pazar

33. BÖLÜM - 33/41




Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

 

Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.

 

33. Bölüm, Sonuç kısmına aittir ve Sonuç kısmı 11 bölümden oluşmaktadır. (31-41)

 

Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:

 

33. BÖLÜM - 33/41.

33-a) Emeklilik Günlerim - Yeni ev aldık.

33-b) Şeker koması

33-c) Yoğun bakım..

33-d) Etlik yoğun bakım ve susamak.

33-e) Tuvaletini yapmak ne büyük rahatlıkmış meğer

33-f) Laleli Baba.

33-g) Duvardaki saat

 

 
Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:

  

Emekli olalı da çok şeyler yaşadım. Uzun uzun anlatıp sizi sıkmayacağım.

 

 


 

Ben çalışırken babam maaşımı değerlendirmek için beni bir kooperatife üye yapmıştı. O zamanlar maaşımın tamamını yatırıyordum. Bu kooperatifle yedi yılda 29 yaşında evim oldu.

 

Babam emekli olunca verilen tazminat parasını değerlendirmek istedi.

 

Ankara’daki kooperatiften yaptırdığımız evimi sattık. Üzerine tazminat paramı ekleyip memleketimiz Konya Ereğli’den yeni bir ev alma niyetine girdik.

 

Ereğli’den annemin yeğeni aradı ve çok güzel bir ev var, gelin bakın hala, dedi. Annem, babam ve ben şubat 2011 de Ankara’dan Ereğli’ye gittik.

 

Çalışırken krediyle 2009 da yeni bir araba almıştık. Babam arabanın bagajına asansör yaptırdı ve beni işe tekerlekli sandalye üzerinde arabanın arkasında götürdü ve getirdi yukarıda anlatmıştım.

 


Ereğli’den eve bakma davetini alınca, o soğuk kış sabahı namazdan sonra yola çıktık. Ben yine tekerlekli sandalye üzerinde arabanın arkasındaydım.

 

Uyumuşum ve babam çorba içmek için mola vermiş.

 

Ben gözümü açtım ve babam arabanın arka kapısını açtı ve asansörü hazırladı.

 

Tekerlekli sandalyeyi asansöre bindirip aşağı indireceği sırada asansörün tekeri engelleyen kapağı açık kalmış.

 

Ben o bir metre yükseklikten tekerlekli sandalye ile beraber yere düştüm , yüzüm ve ellerim yaralandı. Bir heyecan travması yaşadım. Daha uykuluydum ve yerler ıslaktı.

 

Kazağım ıslanmıştı, yüzüm ve ellerim hem çamurlu, hem kanıyordu. Hava epey soğuktu.

 


Orada babam yüzüme ve elime pansuman yaptı. Çorba içip tekrar yola çıktık. Ereğli’de ben beşinci kattaki daireyi beğendim. Çünkü on üç yıldır giriş katta oturuyoruz.

 

Balkonda çay içerken yeşil Ereğli’yi seyredip TSM dinlemek hayalimdi. Ev beşinci kattaydı ama çok büyük asansörü vardı.

 


Ev genişti ve balkon mazarası güzeldi. Evi almaya karar verdik. Tapu işlemleri ertesi güne kalınca bir kaç gün Fahriye halamlarda kaldık.

 

 


 

Ben emekli olduktan sonra şekerli çikolata ve gofret vs. gibi şeyleri abarttım. Zaten önceden de yiyordum ama emekli olunca hareketsiz evdeydim. O gece halamlarda yine çikolata yedik.

 

Sabah kalktığımızda ben çok halsizdim, yorgundum, sürekli ağzım kuruyordu.

 

Kahvaltıda bir lokma zor boğazımdan geçti. Yine babam arabaya asansörle arkaya bindirdi. Ama başımı kaldıramıyordum ve sürekli yolda uyuyordum.

 


Öğle namazı vakti geldi fakat teyemmüm taşını kaldıracak gücüm yoktu. Dua edecek halim yoktu ve başımı kaldıramıyordum.

 

Ankara’ya döndük. Babam beni yatağıma yatırdı fakat ben hiç iyi değildim. Annem gece odamda başımda bekledi. Çünkü beş dakikada bir yudum su içmek istiyordum.

 

Annem içiriyordu çünkü şişeyi tutacak gücüm yoktu

 

Gece annem uyumuş, Ben yine anneme seslendim suuu diye. Annem kalktı babamı çağırdı. Babam bana baktı çocuk gidiyor Nuriye, dedi.

 

Komşumuz Efkan hocama haber vermiş. Hemen ambulans çağırıp beni Sincan devlet hastanesine kaldırmışlar.

 

Orada bir doktor benim şeker komasına girdiğimi fark etmiş, müdahale etmişler ve beni yoğun bakıma almışlar.

 

 


 

Kendime geldiğimde yoğun bakımda yatıyordum. Üzerimde bir çarşaf örtülüydü ve üzerimde hiç elbise yoktu. Ama hala çok susuyordum.

 


Hemşirelere rica ediyordum ağzıma üç dakikada bir su damlatıyorlardı. Yemek içmek yoktu çünkü sürekli serum bağlıydı. Kollarım belki elli yerden delinmişti. Sürekli kan alıyorlardı.

 

Ben birkaç gün sonra büyük abdeste sıkıştım. Fakat utanıyordum. Hepsi bayan hemşirelerdi ve ben yattığım yerde nasıl yapacaktım.

 

Küçük abdestim için sonda takmışlar ve onda sorun yoktu. Bir de sürekli sırtüstü yatıyordum ve çok susuyordum.

 

Dört gün sonra babama bir araştırma hastanesine sevk edin, bizim yapacağımız kalmadı demişler. Babam araştırmaya başlamış hatta hastane yönetimiyle tartışmış.

 

Halamın oğlu Kadir Yalman’ın çalıştığı yerden hocası Etlik İhtisas hastanesinden yoğun bakımda bir yatak tespit etmiş.

 

 


 

Karlı bir mart akşamı (2011) ambulansla beni Sincan’dan Etlik’e getirdiler.

 

Hava soğuk ve kar yağıyordu. Sedyeyle yoğun bakım odasına getirdiler.

 

Allah’a binlerce şükür ki, tam hemşire masasının önündeki yatağa yatırdılar.

 

Babam bana kantinden birkaç şişe su aldı ve hemşeriler babamdan artık çıkmasını istediler. Babam gidiyordu ve yalnızlık duygusu sarmıştı.

 

Bu yoğun bakımda on yatak vardı ve hepsi yaşlı hastalardı, en genç bendim. Üstelik bir tek ben kendimdeydim. Ambulansta susamamıştım ama şimdi yine ağzım kurumuştu.

 

Hemşirelere rica ettim ve su istedim.

 

Yatar pozisyonda olduğumdan suyu üzerime döküyorlardı. Sonra hemşire kumanda ile yatagın yarısını doğrultup başımı kalkık vaziyete getirdi ve öyle bir yudum su içebildim.

 

Serum, serum, serum, sürekli kan almalar, idrar tahlilleri, çalışan cihazların gürültüsü, ve aşırı susuzluk… 

 

Dayanılır gibi değildi. Beş dakikada bir hemşireden rica edip su istiyordum. İçim nasıl yanıyordu felaket susuzdum.

 


Bir ara düşündüm acaba hemşireden rica etsem bana soğuk bir kola getirir mi? Sonra diyorum kendi kendime, ya ama benim param yok.

 

Ama öyle bir susamak ki anlatılmaz.

 

O susamış, dudaklarım çatlamış anımda Kerbelada şehit edilen Hz. Hüseyin Efendimizin ve yanındakilerin su su diye sızlanışlarını, çocukların feryatlarını düşündüm ve halime şükrettim.

 

 


 

Susuzluğum devam ederken büyük abdestim geldi. Yeni geldiğim bu yoğun bakımda da yine hemşirelerden utanıyordum.

 

Sürekli serum verdiklerinden hem davul gibi şiştim, hem de tuvalete sıkıştım.

 

Erkek bir sağlık görevlisi vardı. Onu çağırdım ve durumu anlattım. Merak etme, sen yap altına biz temizleriz, dedi. Yine de birkaç gün sıktım.

 

Sonra fark ettim ki, yanımdaki hasta dede altını pisletti ve  hemşireler temizledi. Bende çaresiz artık bıraktım ve çok rahatladım.

 

Sonra hemşire hanım geldi, kendisi zayıf olduğundan güçlü temizlikçiyi yardıma çağırdı.

 

Ellerine üç kat eldiven taktılar. Çıplaktım. Utancımdan gözlerimi kapattım.

 

Beni sağa sola çevirip altımdaki hasta bezini çıkardılar ve yenisini serdiler.  Allah razı olsun.

 

 


 

Çok rahatladım ya. Bununla ilgili şu meşhur hikayeyi paylaşmak istiyorum:

 

Sultan III.Mustafa’nın yaptırdığı camiye neden kendi ismini vermediği ile ilgili bir rivayette:

 



Sultan III.Mustafa Laleli adı verilen bölgede bir cami yaptırmak istiyordu. Cami inşaatını denetlemeye geldiği birgün bölgede Laleli Baba adlı bir evliyanın yaşadığını öğrendi.

 

Laleli Baba ile görüşmek, söz ve sohbetinden yararlanmak istedi. Laleli Baba bulundu ve padişah Laleli Baba ile uzun bir sohbet yaptı. Sohbetin bitiminde III.Mustafa bu din ulusuna bir soru sordu:

 

-Efendi hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir acaba? Laleli Baba cevap verdi:

 

-Bu dünyada en değerli şey yiyip içtikten sonra sıkıntısız bir şekilde def-i hacet (büyük abdest) yapabilmektir, dedi.

 

Hükümdar bu cevaptan hoşnud olmadı. Başından beri büyüleyici konuşmaları ile herkesi etkileyen bir zata bu cevabı yakıştıramamıştı. Hatta bu cevabı biraz kaba da buldu.

 

Bundan sonra bir şey konuşulmadı. Hükümdar maiyeti ile birlikte saraya döndü. Ertesi gün hükümdar şiddetli bir kabızlığa yakalandı.

 

Sarayın bütün ilgilileri, hekimbaşılar seferber oldular, bilinen bütün ilaç ve yöntemleri denediler, fayda etmedi. Padişah kıvranıyordu.

 

Günler geçmiş, padişahın derdine derman bulunamamıştı. Nihayet birinin aklına geldi. Laleli Baba’ya haber verilirse onun himmeti ile hükümdar bu dertten kurtulabilirdi.

 

Padişaha danışıldı, o da: -Ne gerekirse yapılsın, dedi. Laleli Baba hemen saraya getirildi. Hükümdar doğum sancısı çeken bir kadın gibi zorlanıyordu. Hükümdar Laleli Baba’ya yalvardı:

 

-Aman beni kurtar… Laleli Baba: -O kadar kolay değil, karşılık olarak ne vereceksin, dedi.

 

Hükümdar: -Senin bölgende yaptırdığım camiyi sana hibe ederim. Laleli Baba: -Yetmez, dedi.

 

Sultan Mustafa bir sürü vaadlerde bulundu, Laleli Baba hazretleri bir türlü yeter demiyordu. En sonunda ağzındaki baklayı çıkardı:

 

-Sana himmet edeceğim, ama karşılığında padişahlığı isterim, dedi. Padişah kem küm etti ama çaresi yoktu: -Tamam, o da senin olsun, dedi.

 

Laleli Baba duasını yaptı, hükümdarın sırtını sıvazladı: -Hadi git kurtulacaksın, dedi.

 

Padişah kurtulmuştu ama saltanat da gitmişti. Şifa bulmasının sevincini padişahlığı kaybetmesi gölgeliyordu.

 

Laleli Baba sultanın haline baktı ve dedi ki:

 

-Bir saltanat ki bir def-i hacete değişiliyor, öylesine ucuz bir saltanat bize gerek değildir, al yine senin olsun, dedi ve evine geri döndü.

 

 


 

Ziyaretçiler, yoğun bakım odasına sadece hergün beş dakikalığına alınıyorlardı. Her hasta için sadece tek ziyaretçi kabul ediyorlardı.

 

Yattığım yatağın karşısında yani hemşire masası olan duvarda bir analog saat asılıydı. Gözüm sürekli saatteydi. Saate bakıp beş dakika dolunca su istiyordum.

 

Yoğun bakımda pencere yoktu ve sürekli ışıklar açıktı. Hiç uyuyamıyordum. Zaten makine gürültüleri uyutmuyordu. Gözüm sürekli saatteydi.

 

Ziyaret saatinde ya annem ya da babam geliyordu. O da sadece beş dakikalığına…

 

Babam gidince saate bakıyordum. Saat birdi. Yani öğlen. Duvardaki saate bakardım. Tekrar bire gelince gece bir, akrep birdaha biri gösterince ise ertesi günkü ziyaret saatiydi.

 


Saniyeleri sayardım. Gözlerim kapıda beklerdim. Yirmi gün o yoğun bakımda yemek yemedim ve uyumadım.

 

Zor günlerdi ama kitap için anı oldu.

 

İçimden tekrar ettiğim şu söz tesellim oldu:

 

"Bu da geçer Ya Hû !!!"

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder