3 Ocak 2016 Pazar

34. BÖLÜM - 34/41



 
Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

 

Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.

 

34. Bölüm, Sonuç kısmına aittir ve Sonuç kısmı 11 bölümden oluşmaktadır. (31-41)

 

Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:

 

34. BÖLÜM - 34/41.

34-a) Diyaliz ve nefes darlığı

34-b) Servis odasına alındım..

34-c) Ve sonunda evdeyim..

34-d) Yemek yeme işkencesi

34-e) Kız kardeşim ve eniştem..

34-f) Su Ateş ve Ahlak.

34-g) Hoş anılar

34-h) Tabanlarım Uyuşuktu.

34-i) Ereğli’ye geldik.

34-j) Aile hekimi böyle olmalı

 

 

Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:

 

 

Sürekli sırtüstü yatmaktan popomda yaralar oluşmaya başladı. Hemşireler altımı temizlerken sağa ve sola çeviriyorlardı ya. O zaman iki üç dakikalığına popom dinleniyordu.

 

Gün geçtikçe daha acıyordu. Serumlarla vucudum şiştikçe ağırlaşıyordum. Ve bu arada yine beş dakikada bir su istemeye devam ediyordum.

 

Serumla şiştikçe doktorlar beni diyalize bağlayıp biraz şişliği hafifletmeye karar vermişler. Ben yoğun bakımda olduğumdan diyaliz makinesını buraya getirdiler.

 


O gün ve birkaç gün sonra tekrar diyalize girdim. Bir sürü kablolar ve iğnelerle üç-dört saat kımıldamadan yatıyordum.

 

Diyalizden çıktığım ertesi sabah nefesim daraldı. Zorlanarak nefes alıp veriyordum. Zaten habire susuyorum ya, hemşireyi çağırıp su istiyorum.

 

O da yatağı kumanda ile biraz doğrultup su içiriyor ya. Ben bir yudum suyla ağzımı ıslattırıp hemşireden hemen yatağı indirmesini rica ederdim.

 

Çünkü nefesim çok daralıyor ve boğulacak gibi oluyordum.

 

Şimdi artık babam gibi astım hastalarının, nefeslerini alırken nasıl zorlandıklarını anlayabiliyorum.

 

Hani Kanuni Sultan Süleyman son zamanlarında çok hastaymış. Zor nefes alıp verirmiş.

Ve demiş ki:

 

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi ,  olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

 

Bunun üstüne söz olmaz…

 

 


 

Bununla beraber vücudumun şişkinliğini parmaklarımdan anlıyorum. Sadece başparmağım bile bileğim kadar olmuştu. Hemşire hanım elimi yumruk yapıp açmamı söyledi ama gücüm yoktu.

 

Birkaç kez kapayıp açınca yoruluyordum. Bir ara ümitsizliğe düşer gibi oldum ama çabuk toparladım. Bir daha hiç bilgisayar kullanamam diyordum. Fakat işte şimdi kitap yazıyorum.

 

Sürekli sırtüstü yatmaktan popomdaki yara oluşması arttı. Ve ben dayanamaz oldum.

 

Cuma günü, klinik şefi doktor pazartesi seni yoğun bakımdan servise çıkarabiliriz, demişti.

 

Fakat o cumartesi hem nefesim daralmıştı, hem de acıdan yatamaz hale gelmiştim. Nöbetçi doktorlara yalvarıyordum.

 

Sonunda telefonla babamı çağırdılar ve beni sedye ile servis odasına çıkarttılar.

 

Oh nihayet yoğun bakımdan çıkmıştım. Makine gürültülerinden kurtulmuştum. Fakat yine de serumdan kurtulamadım.

Servis odasında... Ankara Etlik Mart 2011
 

Servisteki tek kişilik odada babam beni sola çeviriyor ve sırtımla yatak koruması arasına yastık sıkıştırıyordu. Böylece yan yatarak popomu biraz dinlendiriyordum.

 

Babam ise koltukta oturarak uyuyordu.

 

Artık servis odasına ziyaretçiler rahat geliyordu. Bir ay sonra annem ve babamı saatlerce bir arada görebildim.

 

Ama yine serviste de beş dakikada bir ağzım, dudağım kuruyordu ve babam ağzıma su döküyordu. Babamı gece beş dakikada bir çağırdığımdan uyutmuyordum.

 

Bir çok ziyaretçi geldi sağolsun. Özellikle Efkan hocam beni sık sık ziyarete geldi ve her akşam Yasin okuyup dua ettiğini anlattı.

 

Pek çok kişi dua etmiş. Allah o duaların hürmetine bana şifa verdi. Allah dua eden ve ziyaret eden, edemeyen herkesten razı olsun.

 

 


 

Bir hafta da serviste yattıktan sonra doktor taburcu edebiliriz, dedi. Ama ben hala çok şişkindim ve sürekli sırtüstü yatıyordum. Oturumuma gelemezdim, çünkü nefesim daralıyordu.

 

Babam parayla ambulans tuttu. Ambulansla eve giderken martın sonu gelmişti ve çok güzel bir hava vardı. Güneş gülümsüyordu adeta.

 

Ben ambulansta sedyede yolboyu arka camdan etrafı seyrediyordum.

 

Bir ay boyunca hastanede yatarken hiç ağlamadım fakat ambulans bizim sokağa girince gözümden yaşlar boşaldı.

 

Nihayet eve geldik, Bu da geçti dedim. Komşuların da yardımıyla köprüden, balkondan eve girip sedyeden yatağıma yatırdılar. Sanki o günler hayal gibi geldi bana…

 


Evet, Ha bu arada hastanede bir ay banyo yapmadım. Babam beni yatağın ortasına çekti. Başımın altına leğeni koyup başımı yıkadı.

 

Öncesinde özel traş makinesı ile saçımı kesti. Ama hala çok susuyordum ve hala nefesim daralıyordu.

 

Babam tansiyon ölçme aleti, kan şekeri ölçme cihazı falan aldı. Zaten şekerim normal seyrine girince ağız kurumam geçermiş.

 

Annem ve babam gece sırayla yanımda yatıyorlar ve su isteyince veriyorlardı.

 

 


 

Bu sırada kızkardeşim ve yeğenlerim Ceren ve Azra moral kaynağım oldu. Ben bir ay serumla beslendim ve hiç yemek yemedim.

 



Ağzımın içi yaraydı ve sadece dört kaşık çorbayı zorla içiyordum.

 

Bu arada kızkardeşim bir hafta bizde kaldı çünkü doğum iznindeydi. Bana her türlü yemeği yapıp zorla yedirmeye çalışıyordu.

 

Yemezsen iyileşemezsin, ye abicim diye yalvarıyordu. Ama ben sadece bir iki kaşık yiyordum. Yani aslında kendim yemiyorum, annem ya da kızkardeşim kaşıkla yediriyordu.

 

O zaman epey zayıflamıştım. Ama şimdilerde tekrar çok kilo aldım ve az yememi söyleyip duruyorlar.

 

Aslında yeri geldi. Kızkardeşim hakkındaki yazıyı kısaca paylaşmak istiyorum:

 

 


 

Babam ben işçiyim iki çocuk bana yeter deseydi, ailemizin son çiçeği kız kardeşimi yapmayacaklardı.

 

Berrin’im canım abicim. Sen Allah’ın bize bir lütfusun. Allah’ın isimlerinden biri “Berr” dir. Yani çok çok iyilik yapan.

 

Adı ile müsemma derler ya gerçekten kardeşim de öyle. Her zaman iyilik yapar.

 

Benden yedi yaş küçük kızkardeşim, benim hem kardeşim, hem can dostum, hem sırdaşım, hem şoförüm (Babam yaşı dolar dolmaz ona ehliyet aldı, binlerce kez beni işe götürdü, getirdi.)… 

 

Hem hemşirem, hem yardımcım (Binlerce kez koluma girerek yürüdük, binlerce kez çayımı, yemeğimi hazırladı.) , hem kuaförüm (Sabahları erkenden uyanır, saçımı tarardı.) ........

 

Ondokuz yaşında hastalığımın başlamasıyla hayatımın zor dönemi başladı. Hastalığı kabullenme ve bunalımlı dönemlerimde en iyi dostum kardeşim Berrin’di.

 

Yukarıda anlattmıştım, Kuran mealini okuyarak Allah’ın bana hidayet vermesinden önceki dokuz sene bunalım ve streslerle geçti.

 

İşyerindeki stresler, hastalığın bunalımı, aşk acısı akşam eve gelince Berrin’imin esprili ve keyif veren yumuşak sohbetiyle hafifliyordu.

 

Bir kız arkadaşının vefat eden babasının yokluğunda, hem ona, hem de bana zaman ayırıp moral veriyor ve üniversitedeki vize ve finallerine gece yarısından sonra çalışıyordu.

 

Erkek kardeşim Şanlı ordumuzda 18 yaşından sonra göreve başladı ve O da kızkardeşim gibi gittiği yerlerde ana baba desteği bulamadı. Çünkü ben ana babamı bağlıyordum. 

 

Ama O da, Berrin’im de hiç şikayet etmedi. Allah onlardan ebedi razı olsun. Bunun için kızkardeşimle öğretmen olarak başka bir şehire atanana kadar hep beraberdik.

 

Okulunu bitirdiği yaz 2003’te öğretmen olarak Ankara’ya beş saat uzaktaki ile atandı. Canım kardeşimin bir işi olmasına çok sevinmiştim, fakat bir yandan da endişeleniyordum.

 


Çünkü orada tanıdığımız yoktu ve annem babam beni bırakıp gidemiyorlardı. Hem engelliydim, hem çalışıyordum.

 

Babam Şeker fabrikasından emekli olmuştu.

 

Kızkardeşime giderken, o ildeki yıllar önce beraber çalıştığı şeker fabrikası müdürü ile görüşmesini, durumunu anlatıp yardımcı olma imkanlarını sormasını sıkı sıkı tenbih etti.

 

Berrin, fabrika müdürüne durumu anlatınca hemen sahip çıkmış.

 

‘Kızım babana selam söyle, sen bizim kızımızsın, gözü arkada kalmasın’ demiş ve il merkezinde göreceği bir aylık eğitim süresince misafirhanede misafir etmiş.

 

Bu, babamın ve kızkardeşimin iyiliklerine Rabbimin bir ikramıydı hamdolsun…

 

Berrin’imin o ile atanmasında kaderin bir sırrı vardı.

 

En az kız kardeşim kadar kalbi temiz bir öğretmen olan eniştem Oğuz’la bir vesileyle tanışacak, anlaşacak ve inşallah mutlu bir yuva kuracaklardı.

 

Düğünden üç ay önce, eş durumundan tayini için nikah kıyıldı. (2007)

 

Eniştemin memleketi Merzifon’a nikah için giderken yol boyunca hem ağladım, hem de bu evlilik biricik kardeşime hayırlar getirsin diye dua ettim.

 

Berrin, abi dün gece rüya gördüm, İki tane, biri renkli gözlü, çocuklarım vardı, dedi. Gülümsedim, derin bir nefes aldım.

 

Şu an, Berrin’im ve Oğuz’umun Ceren ve Azra diye dünya güzeli iki kızı var.

 

Maşallah! Ceren’im beyaz tenli esmer güzeli, Azra’m masmavi gözlü şarışın.

 


Allah onlara güzel bir kader çizsin, hep salihlerle karşılaştırsın inşallah.

 

 


 

Eniştem Oğuz ince düşünceli ve çok güzel ahlaklı bir insandır.

 

Mesela, benim odada karşılıklı uzanıp maç izleriz. Ne zaman babam odaya girse eniştem hemen toparlanıp oturur pozisyona gelir.

 

Neden diye sordum, çünkü babam hep, rahatsız olma oğlum, der.

 

Aslında kayınço, tamam belki babam hoş görebilir ama ben buna alışırsam ahlakımın değişmesinden korkuyorum, dedi.

 


Şimdi eniştemin bu sözü ile, şu hikayenin anafikrinin haklılığını birkez daha anladım:

 

Su ateş ve ahlak dostluk kurmuşlar.

 

Bir gün ormana dolaşmaya çıkmışlar. Fakat bir müddet sonra içlerine bir korkudur düşmüş, orman çok büyük ve çok karışıkmış.

 

Her türlü ihtimale karşı birbirlerini kaybederlerse nasıl bulacaklarını düşünmeye başlamışlar.

 

Ateş ve ahlak suya sormuşlar. "kaybolursan seni nasıl bulacagız?"

 

Su yanıt olarak: "nerede bir şırıltı duyarsanız ben ordayım" demiş.

 

Sıra ateşe gelmiş, "seni yitirirsek ne yapalım?" diye sormuş su.

 

Ateş "duman gördügünüz yerde ben varım" cevabını vermiş.

 

Sıra ahlaka gelince yanıtı şu olmuş:

 

"Beni kaybederseniz bir daha kesinlikle bulamazsınız!!”

 

 


 

Oğuz’um da Berrin’im gibi iyilik yapmayı çok seviyor. Bir kaç yıl önce eniştemi aradım. Berrin ilçedeki ayakkabıları beğenmedi, il merkezine geldik, diye espri yaptı.

 

Berrin duydu, bağırdı. Abi spora başladım, Nike ayakkabı alacam, dedi.

 

Bende espriyi patlattım. Hani eski Küçük Emrah filmlerinde bir replik var, ‘Abi benim hiç kırmızı ayakkabım olmadı’ diye bilirsiniz.

 

Ben de ‘Enişte benim hiç Nike ayakkabım olmadı’ dedim, gülüştük.

 

Bir müddet sonra haftasonu için Ankara’ya geldiler. Eniştem Oğuz bana Nike ayakkabı hediye almış. Şaşırdım, sevindim, duygulandım.

 

Bağlamalı değil de cırt-cırtlı olduğu için babam kolay giydiriyor. Tekerlekli sandalyede otururken hala yıllardır hep o ayakkabıyı giyiyorum. Allah razı olsun.

 


Bazen annem, babam ve ben onların yaşadıkları şehre gidiyoruz. Eniştem bana balkonda semaverde çay yapar ve saz çalarak konser verir.

 

Üniversitede yurtta arkadaşım geceleri saz çalardı. Aşık olduğum kızı düşünerek efkarlanırdım. Eniştem saz çalarken o günleri düşünüp hep ağlarım.

 

2011’deki şeker komasından sonra hastaneden eve dönünce eniştem, iki hafta kardeşimi bize bıraktı. Eniştem çalışıyor ama kardeşim doğum iznindeydi. Azra üç aylıktı.

 

İki hafta kendi kızlarıyla beraber bana bakma konusunda anneme yardım etti.

 

Eniştem de benim gibi Fenerbahçeli ve Özellikle beraber açık kanaldan verilen güzel maçları kuru yemiş ve çayla loş ışıkta izlemeyi çok seviyoruz.

 

Annem bana yıllardır hiç tişört, kazak, ayakkabı almadı. Hep Berrin’in hediyelerini giyiyorum. Aldığı tişörtlerin seçimi çok hoşuma gidiyor. Defalarca bel çantası, cüzdan aldı.

 



Allah onlara hem dünyada hem ahirette mutluluk versin. Beni bu ailede ve Berrin’in abisi olarak dünyaya gönderen Allah’a binlerce hamdolsun...

 

Keşke diyorum babam ve annem bir kardeş daha yapsaymış.

Sizi çok ama çok seviyorum....

 

 


 

Neyse çok uzattım lafı… Bir ayda evde yattım. Şişkinliği ilaçlarla idrarla sonda dan boşalttım. Ağız kuruluğum ve nefes darlığımda düzeldi hamdolsun.

 

Şimdi hala yıllardır babam her akşam şeker için insülin iğnesi yapıyor.

 

Ve 2011 mayıs başında tekerlekli sandalyeye oturabildim. Babam çorabımı giydirirken bir şeyi yeni fark etmiştim ve üzülmüştüm.

 

İki ayağımın tabanı da uyuşuktu ve doktor sebebinin ani şeker yükselmesi olduğunu söyledi. Ölene kadar tabanlarım hep uyuşuk kalacakmış… 

 

Ama nolcak ki; "Bu da geçer Ya Hû !!!"  Ebedi değildi ki, ölünce bitiyordu.

 

Babam, annem ve ben çok yorulmuştuk ve bir hava değişimine ihtiyacımız vardı. Ereğlideki yeni aldığımız eve gitmeye karar verdik.

 



Nisan ayında ben evde yatarken, babam annemi Ereğliye göndermiş ve o eve sadece gerekli eşyaları , kredi karta taksitle aldırmıştı.

 

 


 

Hayatımda ilk defa memleketimiz Konya Ereğlide bu kadar uzun kalabilecektik. Üstelik amcamgilde falan değil kendi evimizde… 

 

Çocukluğumdan beri uzun kalmayı özlediğim yeşil Ereğli’mizdeki yeni aldığımız eve geldik.

 



Gündüzleri akülü sandalyemle çarşıda ve parklarda gezdim. Akşamları apartmanın önünde komşularla oturduk, çay içtik. Babama bir akşam evde şunu dedim:

 

Baba, hatırlarmısın bana bir defasında, sana kolejde bir ev parası ödedim, demiştin, işte şimdi Allah sana değerli geniş bir daire verdi, dedim. Haklısın oğlum, dedi.

 

Hatta babam beni her hafta, Selçuklulardan kalma Ulu Camiine cuma namazlarına götürür. Erkek kardeşimgil ve kız kardeşimgil Ereğliye tatile geldiler. Aile hep birlikteydi.

 

Yeğenlerim İrem, İsa, Ceren, Azra evin neşesiydi. Yeğenlerimi çok ama çok seviyorum. Allah sağlıklı hayırlı uzun ömürler versin.

 


Fakat Ereğlide de sorunlar bitmedi. Önce idrar yapamama problemi oldu. Babam lazımlık ördeği önüme tutup on - onbeş dakika bekliyordu.

 

Ben de bu durumdan çok rahatsız oluyordum. Babam beni Ereğli devlet hastanesine defalarca muayeneye götürdü.

 

Sonunda beni idrar yollarından kapalı, yani kansız ameliyat ettiler. Ereğlideki evimizde yirmi gün sonda takılı yattım.

 

Ramazandı ve ağustos sıcağı vardı. O yirmi gün yine sırtüstü yattım ve rahat uyuyamadım. Popom yine acıyordu.

 

Ereğli’den eylül ortasında Ankara’ya döndük. Ankara’da onbeş gün sonra tekrar teyemmümle beş vakit namaz kılma kararı aldım. Ekim 2011.

 

Bu altı ayda kılamadığım namazları her vakit birini kaza ederek bir yılda tamamladım.

 

Şeker hastası da olduğum için tatlı yiyemiyorum ama Allah bana baklava ikram ediyor.

 

Namazlarımda ağlıyorum hamdolsun. Ağlamak bana baklavadan lezzetli geliyor.

 

2012’de pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutuyordum ama şimdi tutamıyorum.

 

Yıllardır hergün, sabah veya öğle namazlarımda dua listemdeki iki yüzelli’den fazla kişiye ismen dua ediyorum.

 

2012 yazında da Ereğli’de üç ay kaldık. Ama popomun ağrısı bir türlü geçmiyordu. Üç dört saat ancak oturabiliyordum.

 

Ankara’ya döndükten sonra da ağrı geçmedi. Eylül 2012…

 

Bir akıntı vardı, babam popoma sürekli krem, vs yaptı.

 

Ama popomun ağrısı bir türlü geçmiyordu. Üç dört saat ancak oturabiliyordum.

 

 


 

Evet bu konuya tekrar dönünce başlıktaki konuyla ilgisini anlayacaksınız.

 

Hastanede ve eve geldikten sonra da annem ve babam bana bebek gibi baktılar.

 

Babam bu sırada sık sık evimize üçyüz metre uzaktaki sağlık ocağına gidiyor ve bazı ilaçlar ve problemler konusunda aile hekimimiz Gülcan Alaşahin hanım‘dan sürekli bilgiler alıyordu.

 

Ben serumlardan şiştiğim için tansiyon sorunum için babam hastaneye götüremedi. Yine bir yol göstermesi için Gülcan hanıma danıştı.

 

İsa amca, hükümet aile hekimliği ile beraber Celal gibi yatalak hastalar için Evde Bakım Hizmeti başlattı. Mahallemizdeki merkezi arayıp ziyaret etmelerini rica edebilirsin, demiş.

 

Babam aradı. Üç gün sonra bir doktor ve hemşire geldiler.

 

Fakat doktor bey beni muayene etmek yerine sorular sordu ve elindeki formu doldurdu. Hemşire birkez tansiyonumu ölçtü ve sorun yok dediler, gittiler.

 

Hastaneden çıktığımızda doktorumuz bir ay sonra kan tahlili yaptırın, demişti. Babam yine kan almaları için evde bakım merkezini arayıp randevu aldı. Fakat bir hafta geçmesine rağmen arayıp soran bile olmadı.

 

Babam gidip durumu aile hekimimiz Gülcan hanıma anlattı. İsa amca, 250 bin nüfuslu semtimizde binlerce yatalak hasta var, sanırım yetişemiyorlar, gelirler demiş.

 


Ertesi gün öğlen arasında hemşiresi Miray Çakır hanımla birlikte Gülcan hanım bize geldi. Sohbet ederek güzelce muayene ettiler. Hemşire hanım üç tüp kan aldı.

 

Binlerce hastası olan ve bunca meşguliyetinde öğle arasında dinlenmek yerine hastasına gelen Gülcan hanımdan Allah binlerce kez razı olsun.

 

Şimdi bu hastalığım düzeldi. Fakat imtihan bitmedi. Zaten dünya hayatındaki imtihanımızın paydos zili ölümdür. Bu yaz (2012) yine popomun ağrısıyla geçti.

 

Üç dört saatten fazla tekerlekli sandalyede oturamıyordum. Babam eylül, ekim ve kasım ayları boyunca kalça arasındaki akıntılı yarayı iyileştiremedi. Denemediği krem, ilaç kalmadı.

 

Sonunda Gülcan hanıma durumu anlatmış. Hocam bu akıntı durmuyor, napacağız, bir yol gösterin, demiş.

 

Gülcan hanım, İsa amca burdaki devlet hastanesinde çok iyi genel cerrahlar göreve başladı. Bir gösteriver, demiş.

 

Babam Sincan devlet hastanesinde muayenede sıra bekleyenlerden yardım istedi.

 

Beni sandalyeden elleşerek kaldırdılar ve muayene masasına yatırdılar.

 

Doktor İbrahim Elverdi popomu görür görmez, bu kıl dönmesi, ameliyat şart dedi ve yatış işlemlerini yaptık. Kasım 2012’de kıl dönmesi ameliyatı oldum.

 

Aslında kıl dönmesi şudur. Popo bölgesindeki kıllar uzuyor ve önüne bir engel çıktığında ise kıl geri dönüp derinin içine doğru uzuyor.

 

Ben yirmi gün yoğun bakımda kıpırdamadan sırtüstü yatınca haliyle kıllar uzayamamış ve geri dönmüş, kasım 2012’ye kadar epey derinin içine uzayıp kıvrılmış.

 

Onbeş gün sonra dikişler alınınca üç saat kadar oturunca yara açıldı. İyileşme süreci uzadı. Açılan dikişler çok yavaş kapanıyordu ve babam çok uğraşıyor ve kafaya takıyordu.

 

Çünkü 2008 de vefat eden Fahri amcamında şekeri varmış ve O da böyle bir yaranın kapanmaması üzerine yapılan ameliyattan sonra vefat etti.

 

Ocak 2013’te bir Çarşamba günü kapımız çaldı. Gelen aile hekimimiz Gülcan Alaşahin hanım ve hemşire Miray Çakır hanımmış.

 

Kapsamlı bir muayene yaptılar sağolsunlar. Tansiyon, nabız ölçme, şeker ölçme, sırt dinleme, boğaz iltihabına bakma ve en önemlisi hastaya moral verdiler. 

 

Babam, annem ve beni çok mutlu ettiler. 250 kişilik dua listeme Gülcan ve Miray hanımı da ekledim. Özellikle sabah namazlarımda baklavalı dualarımda onlar da var inşallah...

 

'İşini kendin yapıyorsun, sen Müminlerin emirisin’ diyen dosta Hz Ömer'in cevabı: 'Yapınca Ömer'den hiçbir şey eksilmedi.’ Böyle tevazu örnekleri, böyle insanlar günümüzde de var hamdolsun.

 

Babam İsa Çelik, Konya Ereğli müftüsü Yusuf Eseroğlu, Komşum Efkan Vural hocam, aile hekimimiz Gülcan Alaşahin hanım, Karel’den emekli müdür dostum Aydın Kaynarca bey, patronumuz Yaman Tunaoğlu bey bizzat tevazularına tanık olduğum alçakgönüllü insanlardır. Allah sayılarını artırsın.

 

İnşallah bütün doktorlarımız Gülcan Alaşahin gibi mütevazi, bilgili, işine aşık, insan sevgisi ile dolu olur.  

 

Bana 1993’te teşhis koyduktan sonra umutlarımı kıran ve kitabın başında anlattığım Fatma teyzenin eşini ölüme terkeden doktorların sayısı azalır inşallah.

 

 

Normalde kıl dönmesi oluştuğunda hastalar, çok sancılar çekiyorlarmış, ama çok şükür ağrılar beni bunaltmamıştı. Bakalım bu hayatta başıma daha neler gelecek.

 

 

Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime…

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder