3 Ocak 2016 Pazar

GELİŞME 14. BÖLÜM - 14/41



 

Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

 

Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.

 

14. Bölüm, Gelişme kısmına aittir ve Gelişme kısmı 17 bölümden oluşmaktadır. (14-30)

 

Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:

 

14. BÖLÜM - 14/41.

14-a) Nihayet hastalığım ortaya çıktı

14-b) Ah doktor hanım..

14-c) Aşk insanı hayata bağlar

14-d) Keşke komando olsam..

14-e) Kitabı yazma amaçlarımdan biri önyargıları kırmak.

14-f) Birkaç gün sonra emailime cevap geldi.

 

 

Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:

 


 

1993’te üniversite son sınıfta dönem sonu gelirken hastalığım ortaya çıktı. Yürürken sarhoş bir insan gibi yalpalamaya başladım. Kasılmalar ve konuşma bozukluğu da başladı.

 

Evet, Netice itibarıyla büyük üzüntüler ve stresler yaşadım. Her zaman hissettiğim bu dengesizlik hastalığım iyice belirginleşti.

 

Hatta birinin koluna girerek veya arada duvardan destek alarak yürümeye başladım.

 

Çok bunalımdaydım. Okulda sınavlarım, kafamda nasıl bir hastalık var diye sorular, iş bulma, askerlik, evlenme, aşk acısı...

 

Bunlar gibi yoğun stresler neticesinde bu hastalık sonunda ortaya çıktı.

 

Annem babam yıkıldılar, çok üzüldüler. Babam telefonla anneme Konya’da üniversite hastanesinde muayene olsun, bir inceletsin, demiş. Çünkü yine il dışında görevdeydi. 

 

Konya’da bir sonuç alamadım. Okulu da bitirmiştim. Çıkış belgesi aldım ve Ankara’ya geldim. (Yirmi yıl geçti hala diplomamı almadım. İşe de bu çıkış belgesi ile başladım.)

 

Teşhis veremedikleri için tedavi de yoktu. Babam anneme telefonda Ereğli’ye gidin, çocuğa moral verin, demiş. Ereğli’de bir ay akrabaları gezdik ama benim kafam iki şeyle meşguldü.

 

Hastalık ve Gönül. Acaba yürümem düzelecek miydi, iyileşsem hemen Gönül’e koşacaktım.

 

Ankara’ya döndük. Dengesiz yürümem iyice arttı. Annem gizli gizli ağlıyordu. Babam görevden dönünce SSK Ankara Dışkapı Hastanesine muayeneye geldik.

 


Doktor hastayı yatıracağım amca, dedi. Bir köşe yazısında gerisini şöyle anlatmıştım:

 

 


 

“Kasım 1993’teydi. Hastaneye yatalı yirmi gün olmuştu. Yapmadıkları tahlil, test kalmamıştı. Defalarca kan aldılar. Ekg, Emg, Tomografi,.. her şeyi yaptılar.

 

İki defa MR (emar) çekildi. O sıralarda elimi arada duvardan destek alarak yürüyebiliyordum.

 

“Bir sabah uyandım. Doktorlar dokuz gibi vizite gelirlerdi. Yine duvardan destekle yürüyerek hastane balkonuna çıktım. Üniversitede yurtta alıştığım illeti yaktım.

 

Balkondan hastane bahçesindeki koşuşturan insanları seyrederken gözüm daldı. Dumanı üflerken anılar film şeridi gibi geçti. Daha dört ay önce üniversiteyi bitirmiştim.

 

Tüm çocukluğum ve delikanlılığım boyunca hep alay edilirdim: “Sen sarhoş musun? , Niye düz yürümüyorsun? Yamuk! İçtin mi sen? , Sallanmasana! Dik dursana bi ya! Dengesiz! vs. …

 

Yürürken balkonlardaki insanların bakışlarından çok utanırdım ama, daha bunun bir hastalık olduğunu bile bilmiyordum. Sanki böyle yürümeyi ben istiyordum?

 

“Kendimi bildim bileli, geceleri dökmeden çay taşımanın ve dümdüz yürümenin hayalini kurardım.

 

Belki bir ilaçla veya iğneyle düzelebilme ihtimali vardır, belki çok basit bir tedavisi vardır diye düşünürdüm.

 

Ama kimseye derdimi söyleyemedim. İnsanların nasıl düz yürüyebildiklerini çok merak ederdim.

 

Hani doğuştan görme özürlü birisi, görmenin nasıl ve ne demek olduğunu anlayamazmış ya, mesela renkleri,  benimki de aynen öyle.

 

İşte şimdi beni hastanede inceliyorlardı. Ümitle sonucu bekliyordum. Belki de iyileşecektim…” Saat dokuza geliyordu. Tekrar odaya geçtim.

 

“Doktorlar geldi. Bizimle ilgilenen doktorlar, klinik şefine biz hastaların durumu hakkında bilgi verdiler. Her günkü sabah kontrolü bitmişti.

 

Ben odadaki diğer hastalarla sohbete başladım. Konu müzikten açıldı. Ben yurtta Orhan Gencebay’ın şarkılarını çok sevmiştim.

 

“Yanımdaki hasta ‘Ben Samsun’da yol üstü lokanta işletiyorum. Orhan bey, bana Samsun’a her gelişinde uğrar.’ dediğinde çok sevindim. O hastaya:

 

“Abi keşke ben de tanışabilsem” dedim.

 

“Kahkahalarla böyle sohbet devam ederken, benimle ilgilenen bayan doktor odaya girince sustuk.

 

“Yanıma geldi, içimi bir garip heyecan kapladı.

 

‘Celȃl, senin hastalığının ismi Friedreich Ataksisi’ dediğinde sözünü kestim.

 

‘Nasıl doktor hanım, ney pardon anlayamadım’, dedim.

 

Daha hastalığın adını bile telaffuz edemiyordum.

 

“Bu hastalık dengesiz yürümeyle başlar, sürekli ilerler ve tekerlekli sandalyeyle devam eder. Sonunda yatalak duruma gelir” dedi.

 


Nefes almadan dinliyordum ve göz pınarlarım dolmaya başlamıştı. Henüz yirmi yaşında bir gençtim. Hayatın baharındaydım.

 

Yıllarca hayalini kurduğum düz yürüyebilmek gerçekten hayale dönüşüyordu. Sonra devam etti:

 

“Celȃl, sen şimdi hastalığının henüz başlangıç dönemindesin. Bu hastalığın sebebi bilinmiyor ve maalesef tıbben tedavisi yok.”

 

Dişlerimi sıkıyor ve ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.

 

“Bugünler senin iyi günlerin. Sen asla çalışamazsın. Yakında tekerlekli sandalyeye düşeceksin ve ilerde yaşarsan yatalak olabilirsin. Özetle durumun böyle.” Dedi.

 

Artık daha fazla kendimi tutamadım ve çocuk gibi hıçkırarak ağlamaya başladım.

 

Doktor Hanım odadan çıktı. Oda arkadaşları teselli veriyorlardı, ama duymuyordum. Yatağa uzandım. Battaniyeyi üstüme örttüm ve ağlamaya başladım.

 

“Babam, kendimi idare ettiğim için refakatçi olarak kalmıyordu.

 

Saat oniki gibi gelince bakmışki üstüm örtülü. Uyuyorum sanmış. Odadaki diğer hastalar babama, uyumuyor, ağlıyor deyince üstümdeki battaniyeyi kaldırdı.

 

Babamı görünce tekrar ağlamaya başladım. Gözlerim ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Durumu anlattığımda hemen doktorla görüşmeye gitti.

 

“Gencecik çocuğa birden böyle söylenir mi?” diye münakaşa etmiş.

 

Doktor Hanımın babama cevabı şu olmuş:

“Ama hastanın kendi durumunu öğrenmeye hakkı var.”

 

Babam o zaman alıştırarak söyleseydiniz ya diye doktora epey bağırmış.

 

Sonunda doktor Hanım odama gelerek bana:

 

- Celȃl senin hastalığının henüz tedavisi yok ama, bak tıp çok hızlı ilerliyor. Yakında bu hastalığa da bir çare, bir ilaç bulunabilir. Her zaman umutlu ol, dedi.

 

Kısmen biraz da olsa rahatlamıştım.

 

***

 

İnsanlar önyargılı bilgilerle hemen karar veriyorlar. Meşhur şu sözü duymuşsunuzdur; “Asla bir insanın umudunu kırmayın, belki de sahip olduğu tek şey umuttur.”

 

Allah’ın bizim hakkımızda bir kader planı olduğunu unutuyorlar. Allah bana çalışabilmem için her sebebi hazırlamıştı.

 

Hastaneden çıktıktan dört ay sonra 1994 te, tesadüf zannettiğim sebeplerle beni özel şirketteki işime kavuşturdu elhamdülillah.

 


Evet, bence o doktor da, Fatma teyzenin eşine kanser teşhisi koyan ve hastaneye yatırmaya gerek görmeyen doktor gibi inancı olmayan biriydi.

 

 


 

Ağlayışım asla Allah'a isyan tarzında değildi,. Çok genç olduğumdan kendime acımamdan dolayıydı. Çünkü sonsuza kadar hasta olacağımı sanıyordum.

 

Ölümü hiç düşünmediğim için böyledir, diyordum. Çünkü Allah, insanın içine doğuştan ebediyet, hiç ölmemek hissi koymuştur. Bunun nedenini yıllar sonra keşfedeceğim.

 

O zamanlar bilemiyordum, çünkü medyamızda samimi dille konuşan bilgili hocaların olduğu dini programlar yok gibiydi ve kitap okumaktan da sıkılırdım.

 

Hastanede yine bir gece aşık olduğum kızı düşünüyordum. Çünkü unutamamıştım. İçimden bir şiir yazmak geldi. Yirmi sene geçti ama şiir hala aklımda.

 

Hayatımda yazdığım tek şiirdi. İlk harflerde seviyorum kelimesini çıkartmaya çalışmıştım. Aslında şiir bir anda dökülmüştü... :

 

Seni seviyorum desem

Ellerinden tutmak istesem

Verir misin elini bana

İlk görüşte aşık oldum sana

Yeniden görsem seni

Olurum Mecnun’dan deli

Reddetsen de beni

Unutmam asla seni

Melek yüzlü sevgilim seni

 

 


 

SSK Hastanesi’nden bir rapor verilerek taburcu edildim. Raporun özeti şuydu: Bana  çalışamaz dendiği için, benim hastane masraflarımı babamın sigortasına yüklüyorlardı.

 

Hastaneden çıktım. Askerlik yoklaması geldi. Can-ı gönülden askere gitmeyi, hem de iyileşsem de komando olsam diye hayal ederdim.

 

Askerlik şubesinden askeri hastaneye sevkettiler. Askeri doktor bana acıdı. Oğlum çok gençsin, askerlik yapamazsın ama hiç olmazsa seni tepeden tırnağa inceleyelim.

 

Belki az da olsa bir iyileşme sağlarız, dedi. Onbeş - yirmi gün kadar askeri hastanede yatmıştım. Hastanede kalırken tek tesellim yine Gönül’le ilgili hayaller kurmaktı.

 

Hastaneden Alper’i aradım. Ankara’da sitemizdeki Gönül’ün akrabası olan arkadaşımdı hatırlarsınız…  Ve Gönül’ün babasının vefat ettiğini öğrendim.

 

Alper’den numarasını öğrendim. Ben yirmi, o ise ondokuz yaşındaydı. Defalarca telefon kuyruğuna girerek onu aramıştım.

 

Sesimi duyduğunda ağlıyordu fakat konuşmuyordu. Keşke diyordum şu an yanında olabilsem. Çocuk denecek yaşta babasız kalmıştı.

 

O hastanede geceleri onun için çok ağlamıştım.

 

Sonuç olarak, elverişsiz raporu ile askerlikten muaf oldum. Askeri hastanede sabahları mecburen erken kalkıyordum.

 

Akşamları karavana denen askeri yemeği yiyerek bir nevi askerlik yapmış sayıyorum kendimi.

 


Herşeye rağmen yaşamayı seviyorum. Yaşanan sıkıntılar beni hayata bağlıyor.

 

O kızı bir daha görmedim. (2014 – Yirmiiki yıldır görmedim.)

 

 


 

Kitabı yazarken sık sık komşumuz Efkan Vural hocamgil bize çaya iniyorlardı. Efkan hocamgille nasıl komşu olduğumuzu sırası gelince anlatacağım.

 

Celȃl, kendini kitap basılacak diye şartlandırma, üzülmeni istemiyorum, dedi.

 

Hocam şartlandırmıyorum hatta bu kitap basılmaz gözüyle bakıyorum. Ama yazmak beni çok rahatlatıyor, dedim. Neden basılmaz Celȃl, dedi.

 

Sevgili Efkan hocam, bir yazar gibi tasvir ve betimleme yapamıyorum. Sadece yaşadıklarımı düz şekilde anlattım ki, amacım okuyanlara ışık olsun inşallah.

 

Hocam, Ereğli’de de söylemiştim, bu kitap bir neticeye bağlanmadı. Ama bu kitapla uğraşırken vaktin nasıl geçtiğini anlamadan akşam oluyor.

 

Emekliyim ama sanki işim var, sayenizde çok geliştirdim yazmayı, çok seviyorum.

 

Hem hocam biliyorsunuz benim dört yeğenim var. Basılmasa bile onlar büyüyünce amca/dayı’larının yaşadıklarını öğrenir, ilahi aşka nasıl ulaştığımı hissederler inşallah.

 

Söz uçar, yazı kalır hocam, dedim.

 

Sen bana hergün yazdıklarını mail atıyorsun ya, bence buraya kadar yazdığın kısımları maille yazara gönder, kitabın basılmasıyla ilgili endişelerini yaz, tamam mı Celȃl?, dedi.

 

Tamam hocam, dedim. Ertesi gün yazara samimiyetle bir email yazdım, şöyleydi:

 

“Sevgili Arif Mayalı bey,

Ekte kitabın son hali vardır. Size basılması ile ilgili endişelerimi yazmak istiyorum. Arif bey, evet dediğiniz gibi çok şeyler yaşadım, beşeri aşktan ilahi aşka yükseldim ama bir netice yok, yani hayat öykümde bir sonuç yok.

 

Yani ne bileyim bir ölüm, bir kavuşma, bir iyileşme ile neticelenmiyor. Basılma konusunda ümitli değilim. Ama ben beklentisiz yazıyorum. Amacım okuyan gençlerin önyargılarını kırmak. Sadece dinimiz değil, engelliler konusunda ve aşk konusunda…

 

Mesela Arif bey bir AVM’de benimle karşılaşan biri, hakkımda babamla başlıyor sohbete. Sonra amca konuşabiliyor mu diyor. Sanki biz engelliler uzaylıyız.

 

Facebook’tan namazla ilgili yazılarımı ve Bir AVM’de yemek yerken paylaştığım resmi gören bir engelli arkadaşım sen namaz kılıyorsun, AVM’de yemek oluyor mu, diye mesaj attı.  

 

Kitap yayınlanmasa bile hiç olmazsa dört yeğenim büyüyünce okur ve amca/dayı’larının yaşadıklarını öğrenir.

 

Hem Arif bey, önceleri, ismini aldığım Celȃl amcam keşke bir günlük tutsaydı diye çok üzülmüştüm ama inşallah bu kitap basılmasa da, ilerde yeğenlerim okurlar diye sevinçliyim şimdi. ”

 

 


 

“Sevgili Celȃl,

Gerçekten çok saf, temiz bir kalbin var. Kitabın basılma konusundaki endişelerinde haklısın. Basılması konusunda sana söz veremem. Ben bir yazarım. Benim yazdıklarım bile inceleniyor, basılmaya uygun görülürse yayınevi yayınlayıp kitapçılara dağıtıyor.

 

Celȃl sen hiçbir şeye takılmadan bu amacına ulaşmak için hayatını yazmaya devam et. Asla pes etme. Namazlarında dua et. Allah yardım etmese yazamazsın. Dua et. Allah nasip ederse basılır. Allah’a güven hep… Bizim yayınevi basmazsa diğer yayınevlerine gönderirsin.

 

Ben senin birkaç köşe yazını okudum, çok akıcı güzel… Konuyla ilgili o yazılardan da ekle. Dediğim gibi acele etmeden yazmaya devam et. Merakla devamını bekliyorum. ”

 

Evet ben bu kitabı hiçbir karşılık beklemeden sırf Allah’ın rızasını kazanmak için yazıyorum. Basılması şunun için önemli. Kitabı yazarken taslakları okuttuğum gençler etkilendi.

 

Gerçekten dinimize, engellilere ve aşka bakış açımız değişti, dediler. Gencin birisi, AVM’de gördüğüm tekerlekli sandalyedeki engelli gence selam verdim. Çok hoş bir sohbet yaptık, çok mutlu oldum, dedi.

 


Önceden engellileri görmezden gelir, selam bile vermezdim, dedi. İnşallah engellilere önyargıları kırıldı. Efkan hocam da okulunda engelliler kulübü kurdu.

 

Kitabın sonuna kadar anlatmaya devam ediyorum.

 

Bitirdiğim zaman yayınevine mail atacağım, bakalım bu kitabı o yayınevi basmaya uygun bulacak mı?

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder