3 Ocak 2016 Pazar

40. BÖLÜM - 40/41



 

Rahat okunması için kitabı üç kısıma ayırdık; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

 

Bu üç kısmı da, kendi içlerinde toplam 41 bölüme böldük.

 

40. Bölüm, Sonuç kısmına aittir ve Sonuç kısmı 11 bölümden oluşmaktadır. (31-41)

 

Bölüm’de yer alan alt başlıklar şunlardır:

 

40. BÖLÜM - 40/41.

40-a) İlahi aşka ulaşmak için iki şey lazım..

40-b) “Zaman” altın hükmündedir...

40-c) Sabır kahramanı Anneciğim ve Babacığım..

40-d) Farzedin Ki Şu An Cennettesiniz...

40-e) Allah’ım duamı kabul et lütfen.

40-f) Hatırlatma.

40-g) Lösemi

40-h) Son söz :

 

 

Buyrun bu bölümü okumaya başlayalım:

 

40-a) İlahi aşka ulaşmak için iki şey lazım

 

Efendim, Allah fakirinizi ilahi aşkın kıyısına iki şeyle ulaştırdı elhamdülillah.

 

Eskiden Allah dostları Hakk’a ulaşmak için bu iki yolu takip etmişler. Allah’a binlerce hamdolsun bu iki yol bana iradem dışı Rabbimin hediyesidir.

 

Bu iki yolun birincisi, nefs terbiyesi için aylarca tekbaşına çilehane denen yerlerde hep zikirle meşgul olup dünyadan uzaklaşmaktır.  

 


İkincisi, sürekli ölümü düşünmektir. Ölümü düşünen günah işleyemez, hesap vereceğini bilir.

 

Allah’a binlerce hamdolsun, bu iki yol ben seçmeden bana verilmiş. Sürekli odamda akşama kadar yatıyorum, tekbaşıma namazla ve salavatlarla zikirdeyim. Tv açmıyorum.

 

Anlatmıştım ha bugün, yarın vuslat diyerek sürekli ölümü düşünüyorum.

 

Bayramda ziyaretime gelen misafirlerden biri, Celal sana özeniyorum, dedi. AVM’lerde, işyerlerinde, caddede vs. artık haram ve günahlar sel gibi akıyor.

 

Allah seni sevmiş, adeta korumaya almış, diye ekledi. Ahlaksız konuşmaları duymuyorsun, dekolte görüntüleri mecburen görmüyorsun, dedi. 

 

İnşallah bu hastalığınla ibadet yapmış oluyorsun, dedi. Zaten namazımı kılıyorum, dedim. Celal, ibadet sadece namaz, oruç, zekat değildir.  

 

İbadet 2 türlüdür. Allah’ın ‘Yap‘ dediğini yapmak ve ’Yapma‘ dediğini yapmamaktır. 

 

Sen, Allah‘ın ‘Namaz kıl‘ emrine, aynı zamanda ’Gözünüzü haramdan koruyun‘ emrine de uyuyorsun. İkisinden de çok sevap alıyorsun, dedi.

 

Yani, harama gözümü kapayarak namaz kılmış gibi sevap alıyorum, dedim. Aynen öyle Celal kardeşim, dedi. 

 


Abi dedin ya, Allah seni sevmiş diye, şu yazıyı bi okur musun, dedim.

 

Hayran kaldı, muhteşem tespitler, aynen öyle Celal kardeşim, hasta olduğuna üzülme, dedi.

 

Bu yazı, her okuyuşumda kalbimi şükür hisleriyle doldurur, paylaşmak istiyorum.

 

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin eseri Risalei Nur’da geçmektedir.

 

Bu kısa yazı, 25 Devadan oluşan Hastalar Risalesi’nin Yirmi İkinci Deva’sıdır. (22. Deva) 

 

***

 

 

YİRMİ İKİNCİ DEVÂ

 

 

Ey nüzul (inme-felç) gibi ağır hastalıklara müptelâ olan kardeş! Evvelâ sana müjde ediyorum ki, mü'min için nüzul mübarek sayılıyor. Bunu çoktan ehl-i velâyetten (Allah dostlarından) işitiyordum, sırrını bilmezdim. Bir sırrı şöyle kalbime geliyor ki:



Ehlullah (Allah dostları) , Cenâb-ı Hakka vasıl olmak (ulaşmak) ve dünyanın azîm (büyük) mânevî tehlikelerinden kurtulmak ve saadet-i ebediyeyi (sonsuz mutluluğu) temin etmek için, iki esası ihtiyaren (seçerek) takip etmişler.



Birisi: Rabıta-i mevt’tir
(Ölümü düşünmek). Yani, dünya fâni olduğu gibi, kendisi de içinde vazifedar fâni bir misafir olduğunu düşünmekle, hayat-ı ebedîsine o suretle çalışmışlar.



İkincisi: Nefs-i emmârenin
(kötülüğü emreden nefis) ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için, çilelerle, riyazetlerle (dünyayla bağlantıyı keserek aylarca çilehane denen küçük odalarda kalmak gibi nefis terbiye metodlarıyla) nefs-i emmârenin öldürülmesine çalışmışlar.



Sizler, ey yarı vücudunun sıhhatini kaybeden kardeş! Sen ihtiyarsız,
(bu hastalığı seçmedin) , kısa ve kolay ve sebeb-i saadet olan iki esas sana verilmiş ki, daima senin vücudunun vaziyeti, dünyanın zevâlini (yok olmasını) ve insanın fâni olduğunu ihtar ediyor.

 

 

Daha dünya seni boğamıyor, gaflet senin gözünü kapayamıyor. Ve yarım insan vaziyetinde bir zâta, nefs-i emmâre, (kötülüğü emreden nefis) elbette hevesât-ı rezile (rezil istekler) ile ve nefsânî müştehiyatla (nefsi arzularla) onu aldatamaz; çabuk o nefsin belâsından kurtulur.



İşte, mü'min sırr-ı imanla ve teslimiyet ve tevekkülle, o ağır nüzul gibi hastalıktan, az bir zamanda, ehl-i velâyetin çileleri gibi istifade edebilir. O vakit o ağır hastalık çok ucuz düşer.

 

 

(Bediüzzaman Said Nursi / Hastalar Risalesi – Yirmi İkinci Deva)

 

 

Allah aşkımı artırsın, biran olsun aşktan ayırmasın…





 

Bu yazı, çok sevdiğim namazlarımda duamda olan felçli yazar Hekimoğlu İsmail’in beğendiğim harika bir yazısından özetlediklerimdir. Devamında da bir hikaye paylaştım:

 

Kâinatı ve içindekileri yaratan Allah, her yarattığının içine bir takvim yerleştirmiştir.

 

Mesela güneş hiçbir zaman mesaisine geç kalmamıştır. Fırtınaların zamanı ve saati bellidir.

 


Kuşların ne zaman göç edeceği ve çiçeklerin ne zaman açacağı, yumurtadan kaç günde civciv çıkacağı, çocuğun ne kadar rahm-i maderde kalacağı bellidir.

 

Duvardaki takvimi gören insan, her şeyin içindeki takvimi de tefekkür etmelidir.

 

Dikkat edersek kâinatta her şey akış halindedir; zaman, her şeyin üzerinde akıp gittiği bir nehir gibidir. Hayat da devam ediyor, zaman denilen bu nehir üzerinde hâdiseler çıkıp çıkıp batıyor.

 

Zamanın mahiyetini bilmiyoruz amma yaptığı işleri biliyoruz, mesela eşya olmasa zaman bilinmez.


Yaratıkların yaşlanması bize bunu ispat eder, yani her yaratık zamandan pay alır ve gider.

 


İnsan, mukaddes yüke hamaldır. Bunun için hayatının her anından hesaba çekilecektir.

 

İmtihan saatlerini iyi değerlendirmeyen talebe, “Bu sene istediğim üniversiteyi kazanamadım ama seneye bir daha sınava girerim.” diye ümit ederek belki bir sonraki sene sınava tekrar girebilir.

 

Fakat eceli gelen insan bir kere daha dünyaya gelmeyecektir. Onun imtihanı tamamlanmıştır.

 

Anlıyoruz ki dünya her an bizden uzaklaşırken ahiret de her an yaklaşmaktadır. İnsana her iki hayatını da kazanmak için kısa fakat çok kıymetli bir ömür verilmiştir.

 

Şuurlu Müslüman, zamanının kıymetini bilir, ömür sermayesini her iki dünyası için de kâra çevirme gayretindedir. 

 

Mesela alkol imal eden şahıs çok çalışmış, asmalar dikmiş, yetiştirmiş, bütün bu çalışmalarını şarap yaparak heba etmiş, ömrünü boşuna geçirmiştir.

 

Hâlbuki bu şahıs yine üzüm yetiştirseydi, üzüm marmeladı, üzüm pekmezi yapsaydı hem dünyasını hem de ahiretini mamur etmiş olacaktı.

 

“Boş zamanım var.” diyen insan, işe yaramayan insandır, çünkü ‘boş zaman' yoktur, ‘boşa geçirilen zaman' vardır. 

 

Ahirette hayatımızın her anının hesabını vereceğiz; günleri yaratan, bizi o günlerde yaşatan Allah, her gün 24 altın hükmünde zaman vermiş bizlere.

 

Bunun için dakikalar bile çok mühimdir; insan zaman sermayesini en güzel şekilde kullanmakla mükelleftir. Çünkü ahirette Allah soracak: “Size verdiğim ömrü nerede harcadınız?”

 

Biri diyor, ben kahvede oturuyordum. Öbürü camide oturuyordum. Kahvede oturan zamanın kıymetini bilmediği için 24 altını serseri gibi harcadı.

 

Namazını kılan, o 24 altınla ticaret yaptı, 24 saatin kıymetini bildi, kıymetli oldu.

 

İnşirah Sûresi'nde “Bir işi bitirince, hemen başka işe giriş, onunla uğraş! Hep Rabbine yönel!” buyrulmuştur. Her Müslüman'ın kendini en iyi şekilde yetiştirmesi, İslamiyet'e hizmettir.

Bunun için Müslüman, zamanını doğru kullanmak zorundadır. Fani, kısa ve faydasız ömrü baki, uzun ve faydalı hale getirmek, Baki-i Hakiki'nin yoluna harcamakla olur.

 

 

Evet 16 yıl tekerlekli sandalyede çalıştım. Emekli olduktan sonra yazılara ve ibadete ağırlık verdim. Şimdi kitap yazıyorum, boş vaktim hiç yok, peki neden mi?

 

Çünkü ömür çok kısa ve yapılacak işler çok fazla; Hem (Namazını kılan bir insanın) çalışmak ibadettir.

 

Bakın ne diyor kıymetli bir hocamız:

 

"Hakikati idrak etmiş bir insanın bu dünyada boşa geçirilecek bir ânı yoktur."    Osman Nuri Topbaş
 
Hepimiz biliyoruz ki ölüm yaklaşıyor ve büyük bir hızla ahirete doğru gidiyoruz. Önümüzde dehşetli bir azap yurdu cehennem var. Dünyaya dalıp, ölümü ve ahireti unutup, günahlarla ibadetten uzak, ömür geçiren nice insanlarımız var.
 
Diyebilirsiniz evet, insanların aklı var, düşünsünler... Haklısınız, zaten biz inanmış müminlere düşen "emri bil maruf nehyi anil münker" yani iyiliğe teşvik edip, kötülükten sakındırmak ve böylece akla kapı açıp düşünmelerini sağlamak… 
 
Şeytan var, nefis var, şeytanlaşmış insanlar var, dünyanın cazibelerine çekip ibadetten uzaklaştırmaya çalışan internet, televizyon, bilgisayar, alışveriş merkezleri... vs. var.
 
Sevgili Peygamberimiz SAV, Din nasihattir, diyor. İnsanlar düşünsünler diye Kuran'daki ayet tekrarları bu mahiyettedir.
 
Ben de acizane bu mailleri ve yazıları, okuyan dostlarımız, bir anlık da olsa, dünyanın geçici olduğunu ve ahireti unutmasınlar diye gönderiyorum.
 
Facebook’ta, akla kapı açmak için şunu paylaşmıştım mesela:

 

“Kuran Allah kelamıdır:

 

Günümüz teknolojisiyle keşfedilmiştir ki

 gelmiş geçmiş, yaşayan milyarlarca insanın parmak izi farklıdır.

 

Hz. Muhammed SAV 1400 sene önce

 Bilmesi mümkün mü farklı parmak izini?

 

"Biz parmak uçlarına varıncaya kadar yeniden yapmaya kadiriz" (Kıyame,4)

 

Hayırlı Cumalar”

 

Ama tabi dostlarım için her zaman ayıracak vaktim vardır. Çünkü bizim hamurumuzun mayası Sevgi ve dostluktur.

 

Ömür, doğum ile ölüm arasında geçen zaman dilimi, insanoğluna bahşedilen en büyük nîmet ve paha biçilmez bir sermayedir. İnsanın en kıymetli sermayesi ömrüdür.

 

Vaktin önemi, Türk atasözünde “Vakit, nakittir.” ifadesiyle vurgulanmaktadır. Çünkü vakit içerisinde nakit kazanmak mümkün olduğu halde, nakitle kaybedilen vakti kazanmak mümkün değildir.

 


İnsana verilen ömür bir buz misali devamlı eriyip tükenmektedir. İşte, yaşantımıza yön verecek hayatın içinden ibretli bir olay…

 

Bağdat’ta ağustos sıcağı ortalığı yakıp kavurmaktaydı. Herkes, serinleyeceği gölge bir yer, ferahlatacak bir rüzgâr arıyordu. Çarşı-pazar kurulmuş, alışveriş başlamıştı.

 

Bu arada bir adam, yüksek dağların mağaralarından getirdiği buzları satıyordu. Buz kalıpları eriyip ziyan olmadan bir an önce onları satmalıydı. Gel gör ki, ekonomik durgunluk sebebiyle fazla buz satılmıyordu.

 

Öğle sıcağı bastırınca buzlar yavaş yavaş erimeye başladı. “Mal canın yongasıdır!” ya; tek sermayesi olan buzlarının gözü önünde eridiğini görmek, adamın içini de eritiyordu.

 

Erimenin hızlanmasıyla içi yanan adam şöyle bağırmaya başladı: “Sermayesi sürekli tükenen bu fakirden buz alan yok mu?”

 

O sırada talebeleriyle oradan geçmekte olan büyük veli Cüneyd-i Bağdadî bu sözleri duyunca birden durdu ve olduğu yere çöktü. Başını ellerinin arasına aldı.

 

Talebeler telaşlandılar ve “Ne oldu hocam?” diye sordular. Cüneyd-i Bağdadî, “Şu adamın söylediklerine dikkat edin!” diyerek, buz satıcısının tarafına baktı.

 

Adam, içinin yandığı sesinden belli olacak şekilde sürekli bağırıyordu: “Sermayesi tükenen buzcudan alışveriş yapan yok mu?” Büyük veli şunları söyledi talebelerine:

 

“Bu sözler beni sarstı. Eriyenin sadece buzlar değil, aynı zamanda ömrüm olduğunu farkettim. Sıcak, adamın maddî sermayesi olan buzları eritip tükettiği gibi, zaman da asıl sermayemiz olan ömrümüzü tüketiyor. Saniye saniye, dakika dakika ömür buzumuz eriyor, hissedebiliyor musunuz? Sahip olduğunuz en değerli sermaye ömürdür. Adamın buzlarının erimesine olduğu kadar, ömürlerimizin boşa tükenmesine karşı içimiz sızlamıyor ne yazıkki…”

 

Talebeler ayak üstü unutamayacakları iyi bir ders almış, çok etkilenmişlerdi. Düşüne düşüne yollarına devam ettiler.

 

Allah hakikati idrak ettirip zamanımızı verimli kullanmamızı nasip eylesin.

 

 


 

Şimdi kitabın sonuna gelirken canım annem ve babamın sabrından bahsetmek istiyorum:

 

Sabır üç çeşittir…

 

Birincisi, kaza, bela, musibetlere ve hastalıklara sabırdır. Hayır ben değil, asıl sabreden anneciğim ve babacığımdır.

 

Bu yazıda onların hayatı boyunca sabrettiği şeylerden sadece bir kısmını yazacağım. Ki neden asıl sabredenin onlar olduğunu anlarsınız inşallah.

 

 

Annem her zaman çok duygusaldı, hemen ağlardı. Hala da öyledir. Çünkü annesiz ve babasız büyümüş.

 

Canım anneciğim küçükken annesine, babasına sarılan arkadaşlarını gördükçe kimbilir geceleri yorganın altında nasıl ağlamıştır.

 

Yani anneciğim, Peygamber Efendimiz SAV gibi hem öksüz, hem yetim büyümüş.

 


Ben annemin ilk çocuğuyum. 1993 te ilk rahatsızlandığım zamanlar annem çok üzüldü, çok ağladı. Ama ben hastalığımı/engelli oluşumu annemin açısından şöyle değerlendiriyorum:

 

Ben Allah’ın anneme bir hediyesiyim. İnşallah annem sabrederek (anneciğim zaten bebekliğinden beri hep sabrediyor) ve bana bakarak cennette makamı çok yükselecek.

 

Babamı orta bir’de okuldan bıraktırmışlar. Babam çok zekidir. Eminim okusa iyi bir üniversite bitirirdi. Çok sevdiği onbeş yaşındaki kardeşi Celȃl’in vefat acısına sabreder.

 

Yıllarca, biz banyosu ve tuvaleti olmayan gecekonduda, babam ise çamurlar içinde karavanlarda yaşadı.

 

Babam da bazen bizim gibi gece soğuktan dışarıya tuvalete çıkmıyormuş. Ya sabır!

 

Babacığım, babasını (dedemi) kaybettikten birkaç sene sonra büyük oğlu Celȃl’in (yani benim) hastalığı başlar. Ocak 1999 da hastalığın ve işyeri stresleri ile depresyona girdim.

 

Yirmi gün hastanede beraber kaldık. Çünkü tekerlekli sandalyede idim ve hiçbir şeyi kendim yapamıyordum.  Ya sabır!

 

Babam hergün büyükşehir trafiğinde beni yıllarca işe götürüp getirdi. Ya sabır!

 

2010 yılında emekli olmakla rahat edeceğiz derken çalıştığım zamanları arar olduk. Mart 2011 de şeker koması ile bir ay hastanede yattık. 2012 sonunda da kıl dönmesi ameliyatı oldum.

 

Hastaneden eve gelince yaptıkları gibi, annem ve babam altı ay yattığım yerde ihtiyaçlarımı gördüler. Tuvalet, banyo, traş, giydirme, yemek, çay, bilgisayar… Ya sabır! Ya sabır! Ya sabır!

 

Babam hayatı boyunca hep sabretti. Ve  Allah’a vergiği engelli evladına sonuna kadar bakma sözünü tuttu. Yiğit oğlu yiğit aslan babacım…

 

Bu saydığım şeylerin hepsini kendi hastalıklarıyla beraber şikayet etmeden yapıyor. Babamda nefes darlığı astım, kalp, tansiyon, şeker, kolesterol, fıtık var.

 

Ya sabır! Bana banyo yaptırırken binlerce kez -astım olduğu için- maraton koşucusu gibi nefes nefese kalıyor ve sırılsıklam terliyor.

 

Annem ve babam, kardeş, anne, baba acısına sabrettiler. Sakat bir evlada sadece sabırla değil, aşk ve sevgiyle kenetlendiler... Ya sabır!

 

Sabrın ikincisi, ibadete sabırdır. Efkan hocam ve arkadaşlarım buna en iyi örnektir.
Ben otururken veya yatarak teyemmüm ile namaz kılıyorum.

 

Ama onlar yıllarca, kazaya bırakmadan bir boş vakitte çeşme bulup abdest alıyorlar. Öğle tatili ve çay saatinde namaz kılıyorlar. Ya sabır!

 

Sabrın üçüncüsü haram ve günahlara karşı sabırdır. Biz engellilerin sabrı kolaydır. Sağlıklı olup günah ve haramlara sabretmek gerçek yiğitliktir.

 

Ey ömrü boyunca herşeye sabreden anneciğim ve babacığım! Allah sizden ebediyen razı olsun. Allah, sevdiklerinizle birlikte size sağlıklı, hayırlı, bereketli uzun ömür versin.

 

Allah’ım, bu hastalığım varken beni annem babamdan başkasına muhtaç etme.

Allah’ım, anne ve babamı dünyada da, ahirette de birbirinden ayırma.

 

Anneciğim ve Babacığım bu sabrınızla inşallah cennette dereceniz çok yüksek olacaktır. 

 

Sizi çooookk seviyorum.

 


Sabır üç çeşittir, demiştik. Evet, Birincisi, kaza, bela, musibetlere ve hastalıklara sabırdır.

 

İkincisi günah ve harama girmeme, kaçınmada şeytanla inatlaşmadır, sabırdır. Üçüncüsü ise ibadetleri bitirme ve aksatmama konusunda gösterdiğimiz sabırdır.

 

Allah, bu üç konuda da hepimizin sabrını artırsın ki, imtihanı kazananlardan olalım inşallah.

 

 


 

Bir akşam babamla arabayla karanlıkta işten eve dönerken aklıma şöyle birşey gelmişti.

 


Kıyamet kopmuş, mahşerde hesap görülmüş, cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme gitmiş.

 

Karanlıkta ilerlerken renkli ışıklar ve geniş caddelerle kendi kendime dedim ki; farzet ki Celȃl, Allah’ın affı, rahmeti ve lütfuyla cennete girdin ve burası cennet.

 

Karanlıkta ilerliyoruz, yanımda babam arabayı kullanıyor. Keşke diyorum, yanımda sevdiğim dostlarım ve akrabalarım da olsaydı.

 

Ne olurdu onlar da, dünyada günah ve haramlardan uzak durup, sabırla ibadet etselerdi… Çünkü ibadetlerle Allah’ın rızasını kazanırız…

 

Hem dünyada huzurlu olurlardı, hem de burada (cennette) sonsuza dek mutlu olurlardı ve makamları yüksek olurdu...

 

Ki aslında ben ahiretteki akibetimden hem ümitliyim, hem korkuyorum. Çünkü kalpler Allah’ın elinde, bakarsınız bir anda imanımı alıp küfre düşebilirim. Çok dua ediyorum.

 

Nitekim medyada görüyoruz, ömrünü küfür karanlığı içerisinde geçirmiş, ama bakıyorsunuz son birkaç yılda Allah öyle iman veriyor ki, hacı olarak ölüyor veya tam tersini de görüyoruz…

 

Aslında cennette gam, üzüntü yokmuş ama ben böyle bir hayale daldım. Hiç kimsenin ve özellikle yakınlarımın ve dostlarımın cehenneme uğramasını istemem.

 

Cennetin güzelliğiyle ilgili ayet ve hadisleri okuyunca diyorum ki,

 


Binlerce değişik meslek sahibi cennetlikler, orada hayretten Sübhanallah! diyecekler.

 

Mesela, bir mimar cennetteki köşklerin mimarisini görünce şaşıracak.

 

Bir mühendis harika tasarımları görünce, bir çiftçi yetiştirilen milyonlarca dönüm bereketli ekinleri görünce, bir aşçı pişirilen milyonlarca çeşit, lezzetli yemekleri görünce, … vs.

 

Velhasıl her meslek sahibi, kendi işiyle ilgili mükemmel harika sanat eserlerini görünce, hayretten Sübhanallah! diyecektir diye düşünmekteyim.

 

Önünden dere akan bir dağevindeyiz. Yemyeşil bahçesinde rengarenk çiçekler ve ağaçlar.

 

Serin bir yaz akşamı; hafiften bu dağlık yemyeşil ormana yağmur yağıyor.

 

Toprak ve çiçeklerden mis gibi koku geliyor. Samimi dostlarımla bahçedeki çardaktayız. Masamızda çaylar, kekler ve meyveler... 

 

Dolunaylı gece ve radyodan gelen hafif nostaljik bir sanat müziği şarkısı... Sohbet edip kahkahalarla çaylar yudumlanıyor....

 

İşte hayalimdeki cennet.  Beni seven bütün dostlarımla cennette beraber oluruz inşallah.

 

Eeee tabi önce iman ve birazda ibadet gerekir.....

 

 


 

Benim bu kitabı yazarken duam şuydu :

 


“Ey gökleri ve yeri yaratan Yüceler yücesi, güzeller güzeli Rabbim !

Güzel ve faydalı bir kitap yazmam için bana yardım eyle.

 

Canımı seve seve vereceğim vatanımın gençlerinin imanlı gençler olarak yetişmesini nasip et.

Allah’ım bu kitapta hep doğruları anlattım.

Sen de gençlerimizin doğru yolu bulmasında bu kitabı da vesile eyle.

 

Allah’ım sen biliyorsun ki benim bu kitaptan hiç bir maddi beklentim yok.

Senin yardımınla Senin rızanı kazanmak için yazıyorum.

 

Sen seversen biliyorum kullarına da sevdirirsin. Sevdir ya Rab!

Allah’ım bu kitabı bitirdikten sonra benim için hayırlısı ise emanetini teslim al. Sana kavuşayım Rabbim. Hayırlısı ise yaşat. Senin her şeye gücün yeter. Amin. “






Sahte ve Gerçek İki Aşk Hikayesi



Gerçekten sevenler fedakarlık yapmalıdır. Sevginin ölçüsü fedakarlıktır.

 

Fedakarlık yapmayanın sevgisine inanılmaz.
 

Efendim bu yazıda yaşanmış gerçek ve sahte iki Aşk’tan bahsedeceğiz.  

 

1-SAHTE AŞK

 

Bu yaz Ereğli’de Engelsiz Yarınlar derneğinde engelli bir gençle tanıştım. İbrahim Ercan, 32 yaşında. Belden aşağısı felç, akülü sandalyedeydi… Derneğin sekreteri idi. Face’den ekledim.

 

İbrahim, 22 yaşındayken 2006’da ağaç yüklü remorkun ağaçları tutan destekleri kırılınca üzerine ağaç devrilmesi sonucu felç olmuş.

 


Başka birgün derneğe gittiğimde, Facebook’tan birilerine sitemli sözler paylaşıyorsun, hayırdır İbrahim, dedim. Anlatayım abi, dedi. (Ayrıntılara girmiyorum.)

 

Askerden gelince nişanlanmış. 2 aylık nişanlıyken o kazayı geçirmiş ve felç olmuş. Kız hemen yüzüğü atmak istemiş, ben engelliye bakamam, demiş.

 

Sonra İbrahim’in gayretiyle iki sene beklemiş ve bırakmış. Başka biriyle evlenmiş.

 

Evlendikten bir müddet sonra eşi kaza geçirmiş, felç olmuş. Off…

 

Kız ibrahim’e gelmiş; Ben sana bakmadım, çok pişmanım, Allah beni cezalandırdı, eşimi felç etti, demiş.

 

İbrahim kızı kovmuş. Sonra kısmen yürüyen o felçli eşinden ikizleri olmuş, ikisi de engelli… Uffff…

 

Yani, görseniz öyle temiz kalpli, öyle iyilikseverki maşallah. İyi kalpli İbrahim kardeşimi Allah engellilik vererek adeta korumaya almış.

 

İnşallah Rabbim ona hayırlı bir şifa ve saliha bir eş nasip eylesin.

 


İbrahim hiç beddua etmemiş fakat bu Kabak’ında bir sahibi var. O gücenmiş olmalı !

 

KABAĞIN HİKAYESİ

 

Vaktiyle bir derviş, nefisle mücadele makamının sonuna gelir. Meşrebin usulünce bundan sonra her türlü gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. Derviş usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.

 

"Vur usturayı berber efendi." der. Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş bir yandan da aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır.

 

Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak;

 

"Kalk bakalım kabak derviş, kalk da tıraşımızı olalım" diye kükrer.

 

Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz olmak gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ne de olsa mahallenin kabadayısı, elinde silah astığı astık kestiği kestik. "Ne diyorsak o'' diye ortalıkta dolaşan bir belalı. Ses çıkaramaz.

 

Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar. Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında sürekli aşağılar dervişi, alay eder. Kabak aşağı, kabak yukarı! Konuşur durur.

 

Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir.

 

Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracığa yığılır kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar.

 

Berber ise şaşkın; bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyari sorar: "Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?"

 

Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:

"Vallahi gücenmemiştim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabağın da bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!”

 

Gerçekten sevenler fedakarlık yapmalıdır. İlahi adaletin sahibi Cenab-ı Allah’ı gücendirmeyelim. Fedakarlık yapmayanın sevgisine inanılmaz.

 
 



Rabbimizin öyle güzel işleyen bir ilahi adaleti var ki, fakiriniz hiç kimseye asla beddua etmememe ve hakkımı hep helal etmeme rağmen,

 

…, evet buna rağmen bendenizi işyerindeyken despresyona sokup intiharın eşiğine getirenler ve beni, hastalığım başlarken 24 yıl önce hiç sebepsiz terkeden, moral bozukluğuyla hastalığımın ilerlemesine sebep olan kız,

 

… , evet hepsi, Allah gösterdi, ömür boyu mutsuzluğa mahkum oldular malesef…

 

İnşallah tövbe-istiğfar etmişlerdir de, ahiret hayatında da mutsuz olmazlar.

 

Çünkü, İlahi adalet var, hikayede olduğu gibi, Celal’in sahibini gücendirdiler.

 

Gelelim gerçek bir aşk hikayesine…

 

2-GERÇEK AŞK

 

Bu hikayeyi Antalya’da ziraat mühendisi olan Facebook arkadaşım Hülya Keleş hanımefendi anlattı.

 

Hülya hanımın çalıştığı işyerinde altın kalpli ziraat teknisyeni bir kız varmış. Klima teknisyeni efendi bir oğlanla nişanlanmışlar.

 

Nişandan bir süre sonra, oğlan klima takarken 6. Kattan düşmüş. Ölmemiş ama hastanede doktor felç kalacaksın, demiş.

 

Kızın akrabaları, at nişanı, ömür boyu sakat birine bakılır mı, demişler.

 

Kız, asla!, demiş. Ben, kötü günde, iyi günde seninle olacağım, diye ona söz verdim. Benim başıma da gelebilirdi. Ben onu gerçekten seviyorum, demiş.

 

Hülya hanım, kız işlerini bitirip hergün 15’te izin alır, hastaneye giderdi, dedi.

 

Oğlana sevgiyle büyük moral vererek iyileşeceğine inandırmış. Hergün koluna girerek hemşireler gözetiminde ona saatlerce fizik tedavi yaptırmış.

 

Birkaç yıl içinde oğlan tekrar yürümeyi başarmış. Kızla evlenmişler. Çocukları olmuş. Şimdi çok mutluymuşlar elhamdülillah. Allah o kızdan razı olsun, gerçek aşk budur.

 

Allah aşklarını cennette de daim eylesin.

 


Bu hikayeyi dinleyince bir anda kendi hikayem aklıma geldi. Hiç tanımadığım bu kıza hayranlık duydum ve nişanlısı için mutlu oldum.

 

 

Celalin Penceresinden 
 
 


 

Kitabın girişinde kitabın sonunun neden kurgu olduğunu anlatmıştık:

 

Merhaba ben Efkan Vural, kitabın yazarı Celȃl Çelik’in komşusu ve yakın dostuyum. Bu kitap aslında Celȃl’in hayatı kadar ilginçtir. 

 

Filmlerdekine benzer o saf aşkı, o aşkın nasıl ilahi aşka dönüştüğünü, başaramaz denen bir engellinin nasıl başardığını göreceksiniz.

 

Aşk’a, engellilere, dinimize bakışınızı değiştirecek bir hayat öyküsü...

 

Engelli olmak onun için Allah’ın hediyesidir.

 

Kitabın yazarı komşum Celȃl Çelik, hastalığının günden güne ilerlemesinden dolayı, her görüşmemizde bana sürekli vuslattan bahsederdi. Yani, ölümden ve Allah’a kavuşmaktan…  

 


Ve her ziyaret ettiğimde, Efkan hocam ölürsem bu kitabın sonunu mutlaka siz tamamlayın inşallah, diyordu.

 

Celal, çok şükür artık kitabı bitirdi ve sağlığı yerinde hamdolsun.

 

Celal; Hocam her güzel filmin ve romanın sonu ilginç biter, ki seyirci o sonu merakla beklesin.  Biliyorsunuz önceki yayınevi de bu kitabın bir sonu yok, diye basmayı reddetmişti, dedi. 

 

(Yayınevinin kitabı basmayı reddetmesi kitapta anlatılıyor.)

 

Hocam, nolur sonunu siz yazın, kitabı bir neticeye bağlayın, sizin yazılarınız harika, dedi. Gerçeğe uygun duygusal bir son kurgular mısınız inşallah, diye çok ısrar etti.

 

Ben de onu kıramadım ve elinizdeki kitap tamamlanmış son halidir.

 

BUYRUN OKUYALIM, BUNDAN SONRASI GERÇEĞE UYGUN KURGUDUR.

 

Efkan Vural

 

 


 

Eylül 2015’te Ereğli’den tekrar Ankara’ya döndük. Defalarca düzenleyip değiştirdim.  Evet sonunda kitabı bitirdim. Bir hafta sonra düşmeyen ateş şikayetiyle doktora gittik.

 

Yaptıkları tahlil sonuçlarıyla bize acı gerçeği söylediler: Kan kanseri, Lösemi… Ve birçok olumlu örnekle teselli verdiler. Hastaların çoğu tedavi oluyomuş.

 

Tabi ölen hastalar da yok değilmiş.   

 

Evet yıllarca Efkan hocama vuslat diyordum. İşte şimdi vuslata, Allah’a kavuşmaya yakındım.

 


Doktorlar hastaneye yatırmaya karar verdiler.

 

Akşam Efkan hocam geldi. Hocam inşallah az kaldı, şeker komasında hiç ölümü aklıma getirmemiştim. Ama bu sefer inşallah vuslat olur, dedim.

 

Hocam yine, Celȃl biliyorsun vuslatın saatini ancak Allah bilir, dedi. Hocam sizden bir ricam var, dedim. Buyur der gibi gözüme baktı.

 

Hocam, ben aylardır kitabıma hüsn-ü hatime (güzel son), için dua ediyorum. Allah duamı kabul etti, işte lösemi oldum, Bu da geçer demek artık içimden gelmiyor.

 

Allah’ı ve Peygamber Efendimizi SAV görmeyi çok istiyorum hocam, ricam şu:

 

Hocam, inşallah birgün emr-i hak vaki olursa, kitabın sonunu siz yazın, dedim. Celȃl, ben yazarım inşallah, merak etme şimdi bunu, dedi.

 

Efkan hocam, Celȃl sana söz veriyorum, kitabın basılması için elimden geleni yapacağım… ,

 

Dediğin gibi kitaptan gelir olursa, yardım kuruluşları aracılığı ile Afrika’da su kuyuları açtıracağım, böylece mezarına sevap gelmeye devam eder,  söz Celȃl, dedi.

 

Efkan hocama dedim ki; Hocam, babama söyledim ama siz de babama hatırlatın, ölünce organlarımı bağışlasın, tamam mı hocam, dedim.

 

İnşallah Celȃl, onu düşünme şimdi, merak etme hatırlatırım tabi, sen moralini yüksek tut, inşallah bu da geçecek, iyileşeceksin, dedi.

 

Bu Lösemi kısmını hastanede yatağımda laptoptan yazdım… Kitabın sonunu ben de merak ediyorum. Bakalım Efkan hocam nasıl bitirecek…

 

***

 

 


 

Bu kitap yayınlandığında hayatta olur muyum bilemem. Minik bir tavsiyem olacak. Merak ettiğiniz her şeyi araştırın.

 

Mesela bu kitapta merak ettiğiniz bir konuyu, kelimeyi google amcaya sorun. Çalışkan bir öğrenciden gördüm bu hali...

 

Bu kitapta hayatımın kısaca dönüm noktalarından bahsettim. Bir çok ayrıntı ve olayı anlatarak sizi sıkmak istemedim.

 


Blog sayfamızı internetten kolayca bulup inceleyebilirsiniz. Google’a “Celalin Penceresinden" yazdığınızda çıkan ilk sayfadır.

 

Bugüne kadar pek çok arkadaşımın, komşumun ve akrabamın benim üzerimde çok hakları var.

 

Allah sizlerden razı olsun ve Allah bana yaptığınız her bir iyilik ve yardımları, binlerce katı ile sevap olarak defterinize yazsın inşallah...

 

   Benim hakkım herkese helal olsun...

 

   Sizler de haklarınızı helal ediniz.... 

 

   Celȃl Çelik    17 Ekim 2015

 

***

 

 

1 yorum:

  1. Sizin üzerinize ne hakkımız olabilir ki, sizlere hakkım helal olsun.Esasen siz hakkınızı helal edin.Sizinle yeterince ilgilenemiyoruz. Bunca emek vererek hazırladığınız bu kitabınız nedeniyle teşekkür eder, faaliyetlerinize devam etmenizi Yüce Allah’tan dilerim.

    YanıtlaSil